Ciğerim sözcüğünü çok kullandığı için “Ciğerim Abdullah Emmi” lakabıyla maruf, Taşova ilçemizin Arpaderesi köyünden Abdullah Deniz’den şiire döktüğü ihtiyarlığı bir kenara not etmiştim; “Ölmüye ecel yok/Dirilmeye mecel yok” demişti ihtiyarlıktan şikâyetle. Oğullarının ondan hala yardım beklediklerini ancak ihtiyarlağından da “Kaçtığımdan kurtulamıyom/Seğirttiğime çatamıyom” diyerek dert yanmıştı Ciğerim Abdullah Emmi…
Ayrıca bu yazımızın oluşmasına vesile olan, internet sayfalarına düşen bir videodan izlemiş olduğum bir dedenin irticalen söylediği “İhtiyarlık başa geldiği zaman” şiiri ihtiyarlığı bütün varlığıyla ne güzel hissettiriyor;
“Yokuşa gücüm yok, inişe dizim/Uzağı yakını pek görmez gözüm/ Sanki bize tarih oluyor sözüm/ İhtiyarlık başa geldiği zaman.”
“Yedek parçam oldu iğne şurup hap/Hiç fayda vermiyor ne yaparsan yap/İflas etmiş ciğer, yorulmuş bir kalp/İhtiyarlık başa geldiği zaman”.
Söylediğini ve yazdığını önce kendisi yaşayan, milletinin vicdanı, milli hafızası olan bir Osmanlı entelektüeli diyebileceğimiz değerli fikir kadını Sâmiha Ayverdi ihtiyarlık konusunu şöyle değerlendiriyor:
“Bu gün sosyal bir soru haline gelmiş bulunan “İhtiyar” sosyal bağlantısı sarsılmış aile müessesesinin muallakta bulunan meselelerinden biridir.
Eskinin ihtiyara gösterdiği saygı ve alaka biraz da kasaya altın yığmak gibi, kendi istikbali, kendi akıbeti adına biriktirilen bir sermaye demekti. İhtiyarın gence bakarak “Dünkü ben” demesi mühim değildi; fakat gencin ihtiyara nazar edip, onda gelecek günlerini görmesi “Yarınki ben” diyerek düşünce ve duygularına çeki düzen vermesi çok mühimdi. Zira bu görüş, aile içine geçer akçe haline koyduğu feragat, sabır, saygı, şefkat ve muhabbetle bir çok müşkülleri kolaylıkla satın alıp halletmiş oluyordu ki, neticede aile, dolayısıyla da cemiyet, oturmuş bir zeminin metin ve kararlı sathında bir insanlık ve medeniyet abidesi yükseltmiş oluyordu.”
Batıda ailenin çocukları 18 yaşına bastıklarında evlerinden çıkmakta ve aile ocağında geçireceği tecrübe ve şefkatten uzak kaldığı ve de ailenin büyükleri de çoluk çocuk yetiştirme imkânından mahrum bırakıldığı için Batı da yaşlının yeri kalmamıştır. Batı da yaşlının yeri evlatlarının yanı değil, düşkünler yurdu adı verilen mekânlardır.
Bizim geleneksel aile yapımızda ailenin yaşlıları baş tacıydı. Onlar evin ulu çınarlarıydı ve nefesleri bereketti. Bu inanışta bir terbiye ile büyümüş aile ocağının gençleri onları sever sayar, elini öperek hayır dualarını alırdı. Eskinin ihtiyarları da bu gün artık örneklerine az rastladığımız bir müsamaha, zarafet, insanî münasebetlerde muhabbeti ön plana alan bir medeniyetin temsilcileri idi.
Büyük aileli yıllarda yaşlılar evlatlarının torunlarının sevdiklerinin yanında son günlerini geçirir, hürmet görür, saygıda kusur edilmezdi. Onlarda huzur içinde son nefeslerini verirlerdi. Bu gün aileler küçülse de yaşlı ana babaya bir şekilde bakılıyor. Onları huzur evlerine terk etmek vefasızlık insafsızlık olarak değerlendiriliyor.
Şehir insanında yaşlıya duyulan soğukluk “Bir ayağı çukurda olan” yaşlı kişinin ölümü hatırlatmış olmasıdır. Hatta yaşlıların huzur evlerinde toplanmaları da ölümün hatırlatıcısı ihtiyarlarımızı tehcir amacı taşıyor birazda. Oysa “Külli nefsin zaikatûl mevt”e inananlar için yaşlılık ikrah edilecek bir durum olarak görülmez. Bizim kültürümüzde yaşlılık bilgelikle bir tutulur. Ak sakallı ihtiyarlar her zaman hürmete layıktır ve onların dillerinden anlatılan hakikatler görmüş geçirmişliğin, yaşanmışlığın kıymeti olarak değerlendirilmiştir.
Doğu kültüründe ölüm hayata tutulan bir deniz feneridir. Bu kültürde yaşlılar hep selamlanmıştır. Tecrübe ve bilgiye hürmet bu kültürün geleneğidir.
Modernlik dünyasında yaşlıyı toplumdan kovanlar, yaşlılığın hikâyesini de kovuyorlar. Bu nedenle de yeni nesiller eski neslin hikâyelerinden mahrum bırakılıyorlar. Geniş aileleri kaybetmekle de ailenin toprağa ve atalara olan sadakatini de kaybettik. Medeni olacağız diye merhameti şefkati feragati terk ettik.
Azerbaycanlı bir profesör ülkesinde uzun yaşayan ve Azerbaycan’ın mutlu ihtiyarlar ülkesi olmasının sebebini şöyle anlatıyordu:
“Azerbaycan’da her büyük bizim başımızın üstünde, evimizin en şerefli köşesinde ve saygı merdiveninin tepesindedir. Azeri aileleri büyüktür. Ana baba çocuk dede nine hatta kimsesi olmayan akrabalar birlikte yaşar. Bizlerin evinde dedeler, nineler yıllarca acı tatlı yaşam tecrübelerini ruhlarına yerleştirmiş ulu kişilerdir. Evin çocukları birçok konuda bilgi için dedeye nineye giderler. Aile büyüğünün söylediği saygı ile dinlenir. Ailenin büyükleri böylece kendilerini artık posası çıkmış birer et yığını olarak değil, çocuk ve torunlarına bir akıl ve tecrübe kaynağı olarak hissederler. Ana babaları, dede nineleri birer moruk, birer ihtiyar birer bunak olarak düşünüyorsanız, yarın kendi çocuklarınızdan da saygı beklemeye hakkınız yoktur.”
Hayırla bir evlat olmanın yolu nedir? Diye sorunca üstad şunu söyledi: “Bu gün için hayırlı bir evlat olmanın yolu ana babanızı beslemek gibi görünüyor; ama insan köpeklerini, atlarını da besler. HÜRMET olmayınca aralarındaki fark nedir…
Ömrü olan herkes yaşlılık köprüsünden geçecektir. Yaşlılarımızın gençlerimize bir hatırlatmasını duyar gibiyim; “Gençler siz yaşlılığın ne olduğunu bilemezsiniz ama bizler gençliğin ne olduğunu biliriz.”
Onları başımızın üzerinde, evimizin en şerefli köşesinde ve saygı merdiveninin tepesinde tutalım. Onlara göstereceğimiz saygı ve alaka biriktirdiğimiz sermayemiz olacaktır.
Tüm yaşlılarımıza sağlık, huzur, mutluluk ve hayırlı bir ömür diliyoruz