Zor bir 2020 yılı geçiriyoruz. Dünya bir virüse teslim oldu. Hayatımız değişti. Değişmeyen tek şey insanlığın bu kırılgan döneminde insani değerlerimizin erozyona uğraması.
Korona salgını ve deprem afetinde insanın ve insanlığın acımasız özü ile yüzleştik. Tıp bilim olarak virüs ile ilgili vücut hijyeninden bahsediyor ancak bizim insan olarak vücut hijyenine olan gereksinimiz kadar ruhsal hijyene de ihtiyacımız olduğunu fark ettik bu sıkıntılı günlerde.
Kapitalizmin “Krizi fırsata çevirmek” gibi sloganlaşmış bir prensibi vardır. “Kişisel gelişim ve liderlik” kitaplarında kestirmeden zengin olmanın yollarından biri olarak anlatılır hep. ..
Korona virüs salgının başlamasından buyana ve depremlerde hep beraber yaşadık gördük. 3 liralık makarna 7 liraya, 4 liralık dezenfektan 32 liraya, 12 liralık kolonya 33 liraya fırladı ve yorumlar yapıldı sosyal medyada milletimizin fırsatçılığı konusunda.
Deprem olur 1000 liralık eve 1500 lira istenir, havaalanında bomba patlar taksici 20 tl lik yola 100 tl ister, okullar açılır kırtasiye ürünleri zamlanır. Ramazanda gıda ürünleri, yağmurda şemsiye, kışın palto fiyatları artar. Şu salgın günlerinde İstanbul’da özel hastanelerde korona virüs testinin 1500 tl’ye yapıldığını okuduk.
Evet kapitalizmde bir adam ölürken diğerinin onun tabutundan para kazanması liberallere göre ekonomik verimlilik ama gerçek olan şu ki çürümekte olan ise insanlıktır.
Ülkemizde yaşanan her doğa olayının bir felakete dönüşmesi artık olağanmış gibi değerlendirilmeye başlandı. Hatırlıyoruz defalarca tekrarlanan çığ felaketleri, su baskınları, heyelanlar, tren kazaları, depremler. Duruma bir göz atıldığında sorumlu yetkililer açısından bu olayların suçluları belirlidir. Depremde Veli Göçer gibi müteahhitler suçludur, kar felaketinde yola çıkan sürücüler, tren kazasında makinistler, sel felaketinde evini dere yatağına yapan vatandaş suçludur.(!)
Her türlü planlama ve uygulamayı yapan, kamu adına denetimi gerçekleştiren kurumlar ve kişilerin bu olaylarda hiç bir sorumluluğu ve suçu yoktur. (!)
80 milyon nüfuslu Almanya’da 2700 Türkiye de 330 bin müteahhit var. Bakkalın, sıvacının, parkecinin,inşaat malzemesi satanın, hatta kapıcıların müteahhitlik yaptığı bir ülkede, ucuz kalitesiz eksik malzeme ve plansız projesiz hesapsız kitapsız yapılan binalarla Türkiye’mizi deprem vurmuyor müteahhit, belediye,rüşvet,denetimsizlikler vuruyor.
İzmir depremi ile öğrendik ki sorumsuzluğun gafletin sonuçları aradan 21 yıl geçse de değişmemiş. Müteahhitler çalmış, belediye göz yummuş, devletimiz de imar affı çıkarmış.
17 Ağustos 1999 depreminde 18.373 insanımızı yitirdik. Son yüzyılda meydana gelen deprem acılarını unuttuk. İzmir depremi de unutulacak. Geriye çöken binaların, kurtarılan bebelerin resimleri kalacak. Tüm dünyada 2020 yılında meydana gelen depremlerde ölen 198 kişiden 160’nın Türkiye’de olmasının müsebbibi bizleriz.
“Ve % 52’si Şintoizm dininden, % 35’i Budist, % 7’si Ateist, %2,5 Hristiyan,%4’ü Müslüman olan bir deprem ülkesi Japonya.
Japonya’da deprem ilahi bir ikaz değil. Zina ve zulüm arttığı zaman ortaya çıkmıyor. Kıyametin alameti de sayılmıyor. Japonlara göre deprem önlenemeyen bir doğa olayı. Evet depremi önleyemiyor Japon bilim insanları ama onun öldürücü etkisini önemli ölçüde ortadan kaldırabiliyor. Öyle olunca da ; demirinden, çimentosundan çalınmış apartman enkazının altından 65 saat sonra Elif bebekler sağ olarak çıkmıyor.
Maden ocaklarında göçükler fıtrat nedeniyle olmuyor. Ölenler güzel ölmüyor ve demiryollarında sinyalizasyon sistemi demiryolu taşımacılığının olmazsa olmaz bir şartı olarak kabul ediliyor.
Bütün bu sayılanları duyamazsınız Japonya da ama depremin üçüncü günü şehre su veremediği için bir belediye başkanın intihar ettiğini duyabilirsiniz veya imar işlerinden sorumlu bir belediye başkan yardımcısının deprem konutlarını süresi içinde yaptıramadığı için kendini yakarak öldürdüğünü.
Peki ya bizde?
Güzel ülkemde depremler, ilahi bir ikaz, ölümler kader. Kurtuluşlar Tanrı mucizesi ve öyle olunca da katil müteahhitlerin hiçbir sucu yok olan bitende hatta onları seçilmiş olarak yüksek mevkilerde milletvekili olarak da görebilirsiniz. “
M.Akif Bahadır tarafından kaleme alınmış olan bu alıntı yazı şu cümlelerle sona eriyor.” Durup dururken canlarına kıyan bu kafir Japonların çok salak insanlar olduğunu mu düşünüyorsunuz?”
Nisyan ile malulüz yani unutma hastalığımız var. Gölcük depreminin üzerinden 21 yıl geçti ne değişti. Kurtaramadığımız hayatların acısını bir ay geçmeden unutuyoruz. O acıyı yaşayanların ise kulaklarından “ sesimi duyan var mı” sorusu hiç silinmiyor. Bugün sarsılsak aynı acılar yine yaşanacak. Konunun uzmanları TV ekranlarından her depremden sonra uyarıyorlar İstanbul başta olmak üzere ülkemizin her yöresinde bir deprem olasılığından bahsediyorlar. Ancak görünen o ki ülkemizde afetlere karşı sağlam ve dayanıklı kentler yapılmalı diyen liyakat sahibi çevreler ile her şeyi arazi ve inşaat rantı ekseninde değerlendirip konuya ticari anlayışla yaklaşanların çatışması yaşanıyor.
Can ve mal güvenliğinin sağlanması için depreme dayanıklı yapılar yapmaktan başka çıkar bir yol yoktur. Bilime, bilgiye, mühendisliğe,akla ve insana önem veren uygulamalar çözümün yoludur. Bunca felakete, uyarıya rağmen ülkemizin henüz üzerinde uzlaşılmış ve mutabakat sağlanmış bir deprem stratejisi olmadığı görülüyor. Kadere inanıyoruz. Tevekkül sahibi bir inanışın mensuplarıyız ama önce tedbir sonra tevekkül.
Sadi-i Şirazi’nin güzel bir dizesi vardır şöyle der:
Ayıp arayan göz hüner görmez
Rıza gözü kördür kusur görmez.
Rıza gözümüz açıktır. Depremde canla başla çalışıp enkaz altından çıkardıkları insanların, çocukların, kedilerin sağ kalışlarına göz yaşı döken ülkemin güzel insanlarının hünerlerini nasıl görmezden gelebiliriz. Deprem sonrası mağdur olan vatandaşlarımızın yarasını saran yardımına koşan insanlarımızı şükran ile anıyoruz.
Allah ülkemizi ve tüm insanlığı bu tür afetlerden korusun.