ATATÜRK’ÜN İSTENDİK HATALARI

Hata, elbette insana mahsustur.

Kendini bağlar.

Ancak bir ulus, geleceğini birine bağlamış, onun bilgi, görgü ve görüşleriyle şekillenmiş ise işte o hatalar bireysellikten çıkar, sorunlar yumağına dönüşebilir. Koskoca bir devletin geleceğini ipotek altına alabilir, ulusu ilkel yaşama mahkûm edebilir.

Mustafa Kemal Atatürk gibi son ve hatta gelecek 100 yılın dehası, insan olarak beklentileri ile milleti adına katlanması gerekenleri hesaplayıp, sonuca hazırlık yapmayı ihmal etmez. Buna karşın bazı sonucu belli kararların etkisi günümüze kadar devam edebilir.

Örneğin Atatürk’ün ilk hatası evlenmek olmuştur.

Bunu bizzat Atatürk’ün kendisi Kılıç Ali’ye söylemiştir:

“Hayatımda yaptığım hatalardan biri de evlenmektir. İşte görüyorsunuz, ordular yönettim, meclisler yönettim, savaşlar yaptım, kazandım; ama bir kadını yönetemiyorum” demiştir.

Bu evlilik Atatürk’ü mutsuz etmiş, yaşama küstürmüş, evliliğe dair pişmanlığını dile getirmiş ve belki de ömrünü kısaltmıştır.

Atatürk evlendiğinde 42 yaşındadır.

Latife hanım ise 28 yaşında.

Atatürk neden evlendi?

İpek Çalışlar, “Latife Hanım” isimli çalışmasında durumu şöyle açıklar;

“Atatürk’ün amacı kendi eşinin Türk kadınına rol model olmasıdır. Bu nedenle Anadolu’da gerçekleştirdiği tüm gezilere eşini de beraberinde götürmüştür.”

Anlaşılıyor ki Atatürk milleti adına evlenmiştir.

Çünkü;

Latife Hanım, geniş çevresi olan,

İzmir’den Avrupa’ya gitmiş,

Modern görüşlü,

Çok güzel piyano çalabilen modern dünyanın kadınıdır.

Her bir Türk kadını gibi ilgi ve övgü bekleyen ve bir o kadar da evine dönük bir yaşam isteyen hanımefendidir.

Fakat Ankara’da yalnızdır.

Ankara’da gidilecek hiçbir yer yoktur.

Çankaya köşkü şehrin dışındadır.

Atatürk, çok yoğun çalışma içindedir.

Ne gecesi ne gündüzü ne yemek saatleri ne uyku saatleri bellidir.

Bazen sabahlara kadar masa başında arkadaşları ile çalışmak zorunda kalır.

Bu yoğunluk Latife hanımın hiç hoşuna gitmez.

Kıskanç, sürekli bağırıp çağıran biri olmuştur.

Hatta bu yüzden Atatürk birkaç kez kalp krizi geçirmiştir.

29 Ocak 1923’te kurulan evlilikleri, iki sene sonra 5 Ağustos 1925’te son bulmuştur. Atatürk’ün aradığı aile sadedi, ne yazık ki yine milleti uğruna elinden kayıp gitmiştir.

 

Atatürk, sonucunu görebildiği ikinci hatası Said-i Nursi olmuştur.

Said-i Nursi’nin Kürt halkından ziyade dine bağlı olması, dini çıkarları ön planda tutması Atatürk’ün önemsemediği hatasıdır.

Ancak kurulma aşamasındaki güçlü bir devlet adına bunu göze almak zorundadır.

Said Nursi İngilizlere ve onlarla iş birliği yapanlara karşı mücadele etmiş ve Kurtuluş Savaşı’nı desteklemiş vatansever bir Kürt aşiret lideridir.

Cesur ve bilgilidir.

Aynı zamanda bir din adamıdır.

Bu, Ankara’nın dikkatinden kaçmamıştır.

Ankara, mücadelesine destek bulmak için hocalar ve Kürt ileri gelenleriyle arasını hep sıcak tutmuştur.

Çünkü bu gruplar halkı etkileyerek kurtuluş mücadelesine katılmalarını, maddi ve manevi yardımlar yapmalarını sağlıyor, ayrıca Ankara yönetimine meşruiyet sağlıyordu.

Mustafa Kemal Paşa, Said-i Nursi’yi Ankara’ya davet eder.

9 Kasım 1922 günü Said-i Nursi için Meclis’te tören yapılır.

Alkışlarla karşılanır.

Dua etmesi için kürsüye davet edilir.

Said-i Nursi kürsüye çıkarak Anadolu gazilerini kutlar, zafere ulaşmaları için dua eder.

Meclis, 1 Kasım 1922’de saltanatı kaldırdığını resmen açıklamış olmasına rağmen Bediüzzaman, 9 Kasım günü Meclis Kürsünden övgüler yağdırır.

Süreç, Cumhuriyetin ilanına doğru hızla akmaktadır.

Daha önce, 1908’de Meşrutiyet’i destekleyen, halkın yönetime katılımını arzulayan Said-i Nursi için saltanatın kaldırılması karşı çıkacağı bir durum değildir.

Ancak bir nokta vardır…

Bu kritik nokta Said-i Nursi’nin fikir ve inanç alemine uygun değildir.

Bediüzzaman, Ankara’da dinden uzaklaşıldığı fikrine kapılmış, vekillerin namaz kılmadığını söylemiştir.

Dine ve dini değerlere karşı bir ilgisizlik sezmiştir.

Hatta bu konuda Mustafa Kemal ile tartıştıkları dahi yazılmaktadır.

Bu nokta o kadar abartılır ki, Nursi’nin Atatürk’ü azarladığı, ağzına geleni söylediği sonra da kapıyı çarpıp gittiği yazılır.

Hatta bu sahneyi abartan film bile çekilmiştir.

Mehmet Tanrısever’in hem yapımcısı hem de yönetmeni olduğu “Hür Adam” filminde bu sahne iyice abartılmış, Atatürk’ün karşında adeta yeni bir kahraman yaratılmıştır.

Filmdeki o sahneyi Sabah yazarı Mevlüt Tezel şöyle yazıyor:

Bu sahnede en ilgi çeken noktalar ise;

Said Nursi'nin Atatürk'ün karşısında bacak bacak üstüne atması...

Atatürk'ün tartışma sırasında sinirlenip masaya vurması...

Said-i Nursi'nin Atatürk daha sözlerini bitirmeden hışımla yerinden kalkıp odadan kapıyı sertçe vurup çıkması... Yönetmen Mehmet Tanrısever'in, tartışma sahnesinde Said-i Nursi'nin karizmasına karizma katıp, Atatürk'ü ezip geçtiği yorumlarını yapanlar da çıkmıştır.

Ancak bunların doğruluğu şüphelidir.

Öncelikle Said-i Nursi’nin, Atatürk gibi bir kurtarıcıya, Ankara’da ve Ata’nın meclis odasında bu denli saygısızlık yapılamayacak kadar bilgili ve görgülü olduğunu söylemek gerekir.

İkincisi,

Said-i Nursi Atatürk karşısında bu tür yaklaşımlarla bir şey elde edemeyeceğini çok iyi bilen biridir.

Üçüncüsü,

Said-i Nursi’nin 19 Ocak 1923'te yayınladığı bildiri üzerine Atatürk’ün onu odasına çağırdığı ve bu sahnenin gerçekleştiği yazılıyor.

Filmde de zaten bu noktadan hareket ediliyor.

Tarihi araştırmaya meraklı her kişi bilir ki,

Mustafa Kemal 14 Ocak 1923'te Batı Anadolu gezisine çıkmış, 20 Şubat 1923'te dönmüştür.

Yani Said-i Nursi bildiri dağıtıp tepki aldığında Mustafa Kemal Ankara'da bile değildir.

Dördüncüsü,

Mustafa Kemal, Said-i Nursi gibi bir zümreyi temsil eden, sözü geçen, vatansever ve bilgili bir din alimiyle sokak ağzı tartışmasına girmez.

Çünkü Mustafa Kemal, her zaman düzeyli tartışır ve karşısındakini ikna eder.

Beşincisi,

filmde sözüm ona “diktatör” olarak gösterilen Mustafa Kemal’in odasında anlatıldığı şeklinde yaşanmış bir olay cezasız kalmaz. Ancak filmde, hışımla kapı çarpılıp çıkılır ve mecliste vekillere Van’da üniversite kurulması talimatı verildiği anlatılır. Tüm bu olaylardan sonra elini kolunu sallaya sallaya çeker gider.

Pes doğrusu.

Evet,

Said-i Nursi Ankara’da gördüklerinden memnun kalmamıştır.

Atatürk ile bu konuyu tartışmıştır.

Bahsedilen tarihte adı geçen bildiriyi de yayınlamıştır. Ancak Atatürk, Ankara’da değildir. Buna karşın bildiriden haberdardır.

Zaten düşmanlık o noktadan sonra başlamıştır.

Said-i Nursi Van’a döndüğünde bambaşka biri olmuş, Atatürk’e hakaretler etmeye başlamış, hatta, Ata’nın ölümünden sonra “Deccal” diyecek kadar ileri gitmiştir.

Sinan Meydan’a göre Said-i Nursi için dinsiz Türkiye Cumhuriyeti “Darül Harp”tır. Dolayısıyla bunu “Darül İslam’a” dönüştürmek gerekir.

Yıllar sonra bir öğrencisi, bu darül harp kurumlarına sızmak ve darül İslam dönüşümünü sağlamaya çalışacaktır.

O kişi, Fetullah Gülen’dir

 

Atatürk’ün üçüncü hatası, Adnan Menderes olmuştur.

Hatasıdır diyorum çünkü, Atatürk bile Menderes’in yapabileceklerini tahmin edememiş olabilir. Çünkü Menderes, vatanı için çalışan, bilgili, danışan ve duruma göre karar alabilen yapıdadır. Zaten bu özellikleri Atatürk’ün dikkatini çekmiştir.

Menderes, Atatürk’ün 1931 yılında Aydın’ı ziyareti sırasında keşfettiği genç bir siyasetçidir. Çalışkandır, fedakardır ve akıllıdır.

Atatürk Menderes’i CHP’ye davet eder.

Hata tam da bu noktadır.

Adnan Menderes, 14 yıla yakın siyasi çalışmalarını CHP çatısı altında yürütmüştür.

Aslında Menderes, 1930 yılında Fethi Okyar’ın kurduğu Serbest Fırka’ya, Ethem Menderes’in ısrarıyla girerek siyasete başlamıştır. Ancak Fırkanın kendini fes etmesine kadar il başkanlığından öteye gidememiştir. Bu nedenle siyasi olgunluğu CHP çatısı altında gerçekleşmiş, birçok konuda cesaret sahibi olmuştur. Hatta 1945 yılında Saraçoğlu hükûmetinin çıkarmak istediği toprak reformuna şiddetle karşı çıkmış, sonrasında CHP’den ihraç edilmiştir.

Çünkü Adnan Bey, dönemin toprak ağalarından biridir.

Adnan Bey 1934 yılında çıkan kanunla “Ertekin” soyadını almıştır.

Ancak yakın arkadaşı Ethem Menderes’in soyadını almak istemesi, eşi Berrin Hanımı hiç memnun etmemiştir.

Berrin Hanım Ethem Menderes’i hiç sevmiyordu.

Çünkü Adnan beyi siyasete ilk bulaştıran oydu.

Bu nedenle onu evinde görmek istemiyor ve onun soyadını taşımaya şiddetle karşı çıkıyordu. Ancak Adnan Bey, Berrin Hanıma rağmen, Menderes soyadını almıştır.

Ali Adnan Ertekin, artık Ali Adnan Menderes olmuştur.

Berrin Hanım siyasete soğuktu.

Çünkü dayısı Refik Beyin damadı, eski İttihatçılardan Dr. Nazım Bey, İzmir Suikast davasında yargılanıp, idama mahkûm edilmiştir.

Kim bilir?

Belki de Adnan Beyin idam edileceği içine doğmuştur.

Menderes neden idam edildi?

Menderes’in yargılandığı ve yargılanamadığı pek çok dava vardır.

Bebek davası, -ki berat ettiği tek davadır,

6-7 Eylül olayları davası,

Ali İpar davası,

Örtülü ödenek davası,

Demokrat İzmir Gazetesi’nin tahribi davası ve

Anayasayı ihlal davalarından yargılanmıştır.

Bu davaları herkes biliyor.

İnternette rahatlıkla bulunabilir.

Bir de yargılanamadığı davalar var ki, idam edilmesinin ardındaki gerçeklerdir.

Cemal Gürsel hükümetinin ABD’den çekinmesi nedeniyle, mahkemeye taşıyamadığı gerçekler vardır.

Mesela:

1951 yılında ABD’nin çıkarları için Kore’ye asker gönderilmiştir.

İşte, Menderes’in hata zincirinin ilk halkısıdır bu.

Hata, Kore’ye asker gönderilme amacının Koreliler için olmayışıdır.

Dedik ya, hata insana mahsustur.

Ancak amaç ABD olunca, hatalar zinciri dolmaya başlar.

Kore savaşında yaklaşık bin askerimiz şehit oldu.

Malumunuz, Türkiye NATO üyesi yapıldı.

Bu da zincirin ikinci halkası.

Buradan NATO karşıtlarına destek anlamı çıkartılmamalıdır.

Bugün NATO’dan ayrılmak, çok daha ciddi sonuçlar doğurabilir.

İlle de bir sonuç çıkartılacaksa, Türkiye’nin NATO’ya hiç girmemiş olmasıdır.

Şimdi sıkı durun.

NATO uğruna nelerden vaz geçildiğine bakalım.

NATO istedi diye

Komünizme karşı gayrı-nizamı harp yapacak Seferberlik Tetkik Kurulu, sonradan adı Özel Harp Dairesi olacak kurum kuruldu.

Derken Marshall yardımı adı altında, ABD kaynaklı, antikomünist hedefleri olan bir ekonomik yardım paketi yürürlüğe konuldu. Türkiye dahil 16 ülke, bu plan uyarınca ABD'den ekonomik kalkınma yardımı aldı.

Sonra,

1980 darbesine kadar sağ-sol kavgası sürer gider.

Sonra,

Askeri darbeler, peş peşe geldi.

Utanç tabloları oluştu.

27 Mayıs 1960 darbesi,

22 Şubat 1962 ayaklanması,

12 Mart 1971 Muhtırası,

12 Eylül 1980 darbesi ve 15 Temmuz 2016 darbesi yapıldı.

Arada yapılan sivil darbeleri saymıyoruz bile.

Aslında tarihin ilk sivil darbesini Adnan Menderes, 1950 yılında yapmıştır.

Gerekçe yine darbeydi.

Genel Kurmayın defalarca güvence vermesine karşın, başta Genel Kurmay başkanı Nafiz Gürman olmak üzere genel kurmayın bütün komuta kademesi, 15 general ve 150 albay emekliye sevk edildi.

Bitmedi!

Yargıtay başkanı Bedri Koker, Yargıtay Başsavcısı Rıfat Atalay, Yargıtay ikinci başkanı Haydar Yücekök, Yargıtay üyeleri Melehat Ruacan, Kâmil Coşkunoğlu, Faik Uras ve İlhan Düzdaroğlu aynı gerekçe ile emekliye sevk edildi.

NATO yine istedi,

Bu kez bahane NATO standartlarına uymadığı gerekçesiydi.

Nuri Demirağ tarafından kurulan ve İsmet İnönü tarafından kamulaştırılan uçak ve uçak motoru fabrikaları,

Eskişehir tank fabrikası,

Kırıkkale silah fabrikası NATO’nun standartlarına uymadığı gerekçesiyle kapatıldı.

Bazı Traktör fabrikaları ile basma fabrikaları ya özelleştirildi ya da ekonomik olmadıkları gerekçesiyle kapatıldı.

Daha bitmedi.

1954 yılında yabancılara petrol arama ve çıkartma izni verildi.

Ne var bunda, bugün de aynı şey var diyebilirsiniz.

Tarih tekerrürden ibarettir derler ya,

Taaaa, Osmanlı Devleti zamanında, başta ABD olmak üzere birçok yabancı şirkete petrol arama izni verildi.

Bu izin, Anadolu’ya yabancıların üşüşmesine neden oldu.

Anadolu’nun her bir bölgesinde yabancılar, deyim yerindeyse arama adı altında talan ve tahribatlar yaptı.

Buldukları ne varsa ülkelerine götürdüler.

Bu durum Cumhuriyetin ilanından sonra 24 Mart 1926 yılına kadar devam etti.

Atatürk’ün bu tarihte çıkarttığı 792 sayılı petrol yasası ile petrol arama işlemleri devletleştirildi. Yabancılar Türkiye’den bir kez daha kovuldu.

Köy arazileri içinde kalan tüm maden ve petrol arama işlemelerine son verildi.

Köy sınırlarında, meralarda ve ormanlık alanlarında madencilik yapılması yasaklandı.

1935 yılında 2508 sayılı yasa ile Etibank kuruldu.

Devletleştirilen madenlerin tüm işletme hakkı Etibank’a devredildi. Etibank yasasının 7. Maddesine göre, kurulacak maden şirketlerinin hissedarlarının Türk olması şartı getirildi.

Ancak,

1954 yılında Menderes, bu kanunu deldi ve tekrar yabancılar ülkeye geldi.

İktidarın bu yanlış tutumunu eleştirdikleri gerekçesiyle 238 gazeteci tutuklandı.

İsmet İnönü’ye 12 oturum meclisten men cezası verildi.

Daha komik olanı ise 4 yıl öncesinde yani 1950 Genel Seçimleri sürecinde yaşandı.

Siyaset o kadar kirlenmişti ki, yürütülen propaganda faaliyetlerinde bazı DP yöneticileri, Mustafa İsmet İnönü’nün “asker kaçağı” olduğu söylentisini yaydı.

Üstelik bu asparagasa inananlar oldu. Hala da inananlar var ne yazık ki.

Dış politika ise daha vahimdi.

Cezayir’in Fransızlara karşı verdiği kurtuluş savaşında, Fransızlara destek verildi. Müslümanların kırdırılmasına, tecavüze uğramasına ve ülkenin yağmalanmasına göz yumuldu.

Neden?

Çünkü Türkiye NATO ülkesidir. Savaş halindeki başka bir NATO ülkesine destek vermelidir.

Belli ki bu kaçınılmaz durum, Menderes hükümetini zora sokmuştur. Nitekim Cezayirli Ahmed Ticani’nin kurduğu Ticani Tarikatının, Türkiye grubu olarak bilinen Ticani grubuna, tavizler de verilecektir.

Bunun gibi daha yüzlerce olay listelenebilir.

Köy enstitüleri kapatıldı,

Ezan tekrar Arapçaya çevrildi.

Aslında bu kanun, ezanın Türkçeden başka dilde okunamayacağı yasağının kaldırmasından ibarettir. Hatta bazı CHP’li vekiller de bu kanuna oy vermiştir.

Menderes’in din konusunda çok hassas olduğunu ancak sonrasında kontrolü kaybettiğini belirtmek gerekir.

Mesela 1951 yılındaki Demokrat Parti Konya il Kongresi’nde delegelerden bazıları fes ve çarşaf giyme, Arap alfabesini yeniden kullanma gibi istekleri gündeme getirir. Ancak bu istekler, parti içinde ve partiyi destekleyen bazı yayın organlarında ciddi bir şekilde eleştirilir. Menderes kesin bir dille bunu reddeder ve soruşturma başlatarak o delegelerin partiyle ilişkilerini keser.

Ne yazık ki sonrasında birçok isteklere, kara propaganda ile ulaşılır.

Bu propagandaların en önemlisini Kemal Palaoğlu’nun liderliğini yaptığı Ticaniler grubudur.

Ticaniler, heykeli İslam’a aykırı bulan ve bu sebepten Atatürk heykellerini kıran, yasak olduğu dönemde bazı yerlerde Arapça ezan okuyan, radikal gruptur.

İşte ezanın Araplaştırılması bu gruba bağlanır.

Ancak grup daha saldırgan bir tutum sergileyip Atatürk karşıtı propaganda yapmaya başlayınca Menderes hükümetince grubun Türkiye’deki lideri olan Palaoğlu ve on bir müridi tutuklanır.

Atatürk Aleyhine İşlenen Suçlar Hakkındaki Kanun Tasarısı, 25 Temmuz 1951’de kabul edilir. Atatürk’ün manevi şahsiyeti koruma altına alınır.

Menderes, devlet adamı sorumluğunu ve bilincini unutmamıştır.

Kanun mecliste kabul edildikten ve alınan önlemlerden sonra Ticani eylemleri durmuştur.

Fakat bu durumda geçicidir.

1955 yılından sonra artan enflasyon, ekonomik durgunluk ve parti içi muhalefetin artması gibi meseleler; Başbakan Adnan Menderes’i siyasette daha popülist yaklaşmaya yöneltir.

Mesela din, siyasi söylemde daha çok kullanılmaya başlanır.

Örneğin Menderes, 29 Kasım 1955’te Demokrat Parti Meclis Grubu’na şu şekilde seslenmekten çekinmez:

“Siz isterseniz hilafeti bile getirebilirsiniz.”

Burada hilafetin geri getirilmesinin arzulandığı kastedilmemiş bile olsa meclis grubunun gücüne vurgu yapmak için “hilafet” gibi dini bir kuruma atıfta bulunulması ilgi çekicidir. Ancak bu ilginç söylem, halkın nasıl bir din kıskacına alındığının, iktidarın nasıl güç zehirlenmesine kapıldığının da göstergesidir.

Bunun etkileri günümüzde hala devam etmektedir.

Mesela Demokrat Parti muhafazakâr kesime gösterdiği ilginin karşılığında, bu kesim tarafından “dini kurtaran parti” olarak görüldü.

Buna karşılık aynı kesim tarafından Cumhuriyet Halk Partisi için de “dinsiz parti” ifadeleri kullanılmıştır.

Görüldüğü gibi, bazı şeylerin etkisi hiç bitmediği gibi, tekrar tekrar kullanılabilecek tazelikte kalabiliyor.

AKP’li Emrullah İşler’in dediği;

CHP’nin içindeki bu dine karşı olan damarın sebebi budur işte.