Duayen Gazeteci Uğur Dündar’ın Sözcü gazetesindeki köşesinde “Az Kuru” başlığı ile yazmış olduğu yazı elli yıl öncesine götürdü bizi.

Seçim “Sath-ı mail”ine girdik. Her dilde bir terane ve her telde bir sada. Ortalık toz duman. Hoş görü ile desteklenen, sevgi üzerine kurulan bir siyaset de ortalıkta görülmeyince mazinin güzelliklerine sığındık.

Boğaziçi’ni en güzel anlatan yazar Abdülhak Şinasi Hisar’ın kara kaplı defterime beğenip not aldığım “En güzel zamanımız ya hayalimizde atiyi kurduğumuz yahut hafızamızda maziye konduğumuz zamandır” cümlesini çok severim. Hayal kuracak yaşları devirdik maziye konduğumuz yaşlardayız artık. Bu nedenle geçmişte kalanlara, yitip gidene, bir daha geri gelmeyeceğini bildiklerimize sevgi ve özlem duyuyoruz. Geri gelmeyeceğini bildiğimiz halde arıyoruz o yılları. Hele İstanbul dendiğinde anılar üşüşüyor yadımıza. Bazen bir şarkıda bazen de seyrettiğimiz siyah beyaz filmlerde o yılların ahşap evleri, taşlı sokakları, eski model arabaları, betonlaşmamış İstanbul’u gördüğümüzde eskilerin “Zevk-i tahattur” dedikleri anı yaşıyoruz yüreğimiz burkuluyor. İstanbul için; “Onda yaşayanlar değil, onsuz yaşayanlar onun kıymetini biliyor” diyen ne kadar güzel bir gerçeği dile getirmiş.

Mazi hatıradır. Üniversiteye başladığımız 1970’li yılların başı. Dört Amasyalı genç. Önce Şişli sonra Beşiktaş ve Üsküdar’da binaların ya alt katında ya da en üst katında öğrencilere kiralık olarak uygun görülen evlerde kaldık. Amasya Lisesinden arkadaşım Faruk Çankaya, abisi Haluk Çankaya ve hemşehrim Saadettin Üstün ile dört yıl aynı daireyi arkadaşlığı dostluğu sıkıntılarımızı gülüştüklerimizi paylaştık. Onlar Beşiktaş’ta Tatbiki Güzel Sanatlar Yüksekokulu’nda okuyorlardı. Ev arkadaşlarımı (Haluk abiyi Bursa’da koronada kaybettik rahmetle) Faruk ve Saadettin’i minnetle anıyorum. Onlarla beraber olmasaydım okulu bitirmekte zorlanırdım diye düşünüyorum. Onların desteklerini unutamam.

Şişli’de evimize yakın bir sokaktaki Cumhuriyet Lokantasında az kuru az pilav sepetten bol ekmekle 2,5 TL’ye doyduğumuz yıllar. Ev kirası 200 TL adam başına 50 TL ödediğimiz, ayda gelen 150 TL’nin 100 TL si ile karnımızı doyurmak durumunda kaldığımız gariban talebelik yıllarımız.

Taşova’ya telefonla bağlanmanın kolay olmadığı, Sirkeci Büyük Postanesinde uzun saatler bağlanmayı bekleyip, bağlantı kurulamadığı için de parasız Sirkeci’den Beşiktaş’a yaya yürüyerek gittiğim günler.

Aileden ilk defa uzak kaldığımız ve memlekete özlem duyduğumuz için hemşehri aradığımız ya da araştırdığımız, Sirkeci ambarlarına gelen Taşovalı kamyon şoförlerimizi görmek memlekete gitmiş kadar mutlu ediyordu bizi.

O yıllarda şimdiki gibi bir iletişim yoktu. Taşova’dan banka kanalı ile gönderilen para on beş günden önce gelmiyordu. İşte 2,5 TL ile az kuru az pilavla karnımızı doyurduğumuz o yıllarda İstanbul Hukuk Fakültesinde okuyan hemşehrimiz Avukat Hakkı Denizli’yi Beyazıt’taki okulunda ziyaret etmiştik. Hakkı Abi bizi fakültenin yemekhanesinde ağırlamıştı. Çorba, yemek, pilav ve tatlı dört çeşit yemeğin 1 TL olduğunu söylemişti bize. O günde okulda boykot vardı. Hiç unutmuyorum Hakkı Abiye şöyle demiştim; “Siz dört çeşit yemeği 1 TL’ye yeyip bir de boykot mu yapıyorsunuz?”

Okul bitti. Askerlik görevinin 3 ayını Samsun Sıhhiye Sahra Okulunda tamamlarken, bir Pazar izninde Samsun Divan Pastanesinde bir masada oturan adama göz aşinalığım oldu. Yanına gittim; “Siz dedim Şişli’deki Cumhuriyet Lokantasının sahibi değil misiniz.” “Evet” dedi. “Beni çıkartabildiniz mi” diye sordum. Lokantanın patronu “Seni tanıdım” dedi. “Sen hep 2.5 TL’lik yemek yiyen öğrencisin” dedikten sonra “Ben sizlerin okuyacağından emindim” gibi iltifatkâr sözlerle bir güzel tesadüf yaşamıştım Samsun’da.

Garsonları garson doğup, garson ölen esnaf ve öğrenci lokantalarından biri de Üsküdar’daki Kanaat Lokantasıydı. Aynı durumu orada da yaşamıştık. 1970’li yıllarda esnaf ve talebeye hitap eden bu tarihi lokanta şimdilerde İstanbul’da Osmanlı yemeklerinin yapıldığı yemekleri ve tatlıları ile ünlü lüks bir lokanta olarak yaşamını sürdürüyor.

Eski günleri yad ederek kırk yıl sonra eşim ve çocuklarımla ziyaret ettiğim Kanaat Lokantasında canımızın çektiğini iştahla yedik. Sonra kasada hesabı alana talebelik yıllarımızı hatırlattık. İri yarı iki kardeş patronu ve onların yanında sıkça gördüğümüz kiremit kafalı çocuğu sorduk. Hesabı alan, iki patrondan birinin babası birinin de amcası olduğunu söyledi, kınalı kafalı olan o çocukta benim demişti bize…

“Yıllar ne çabuk geçti o günler arasından” Mazinin kocamış hafızasını kurcaladık bir şeyler bulduk, mazi çekmecesinden çekip çıkardığımız talebelik yıllarımızla ilgili anıları paylaştık sizlerle.

Şair “Sen aklıma gelince her şey gülümserdi. Ağaçlar şarkı söyler, rüzgar tatlı eserdi.” Demiş. Uğur Dündar’ın “Az Kuru” yazısı bizi yılların ötesine götürdü. İstanbul’daki talebelik günlerimizi hatırlattı. Ve Vardar Yeniceli Hayali’nin söylediği gibi “Geçmiş zaman olur ki hayali cihan değer” cümlesini hatırlatarak yolculuk yaptırdı bizleri o güzel anılara…