Apartmanların komşu duvarlarını kapatmadığı 1960’lı yıllarda yanık kaval sesini duyduğumda soluğu Mocuk Kemal’in yanında alırdım. Kaval diğer bir tabirle dilli düdüğü çalmayı ondan öğrenmiştim.

Onu tarif edenler çobanın nefesinden, ağacın sesinden bir çalgı derler kaval için. Dilli düdük ya da kaval olarak bildiğimiz bu çalgı aleti halk müziğinin icrasına eşlik eden daha çok erik ve kayısı ağacından imal edilen, Anadolu’nun kırsal kesim çocuklarının ucuz olduğu için kolay temin ettiği bir enstrümandı.

Bizim nesil plastik oyuncaklar görmedi. Çelik çomak, sek sek, körebe, birdirbir gibi oyunları oynayarak büyüdük. Oyuncağın, bize kıt olduğu zamanlarda yaşamanın güzel yanları da vardı elbette. Bir enstrüman çalmak maharetti. Köy çocuklarının radyo ve televizyonların olmadığı yıllarda tek eğlencesi kendi yaptıkları sipsiler, kavallardı.

Haftada bir yapılan ilçe pazarında elinde kavalını üfleyerek, omuzlarına asmış olduğu heybeye istiflediği kırmızı kahve tonlarında renkte ve değişik boydaki kavalları sergileyerek satış yapan satıcıyı merakla izler, tatlı nağmelerini dinlerdik.

Bu kavalların Tokat’ın Niksar ilçesinde imal edildiğini öğrenmiştik. Dilli ve dilsiz olarak satılan bu enstrümanın kolay üflendiği için daha çok dillisini tercih edip alırdık. O zaman ki fiyatıyla 1 TL gibi bir değerle satılıyordu kavallar.

İlçemizde o yıllarda Mocuk Kemal (Kemal Darıcı) ve Kara İrfan (İrfan Yüksel) kavalı en iyi çalanlardandı. Kara İrfan kartal kanadından yapmış olduğu kavalla sevilen bütün türküleri çalabiliyordu. Yine ilçe pazarına bazı haftalarda gelen Boraboy’lu GırEminin Salif lakabıyla tanınan yaşlı emminin, insanın içine işleyen acıklı bir sesi olan, iki yanağını şişirip indirerek, burnundan soluklayıp üflediği kavalını bu sese tutkun olan köylülerimiz onun etrafını sararak zevkle sessizce dinlerlerdi.

Köylülerimizi o kaval sesi yaylalara götürüyordu, davarını oğlağını hatırlatıyordu. Dinledikçe kendilerini buluyorlardı kaval sesinde… Onlar için bir başka sesti kavalın sesi.

Yine sağlıklı ömürler diliyorum ortaokul öğretmenimiz Sn. Safa Özdemir’in mandolinle eşlik ederek bizlere öğrettiği; Ey çoban nedir kederin/ Yalnızlık buymuş kaderin/Senden ırak mı, Senden ırak mı/Sürülerin    şarkısı otlayan koyun, keçi gibi hayvanların çoban diliyle sürünün dağılmasını önleyen, onlara sükunet ve huzur veren sesi, çobanı ve çobanın kavalını hatırlatmıştır biz öğrencilerine…

Ve rahmetle andığım sevgili Ali Rıza Günaydın Ağabeyin baştan ayağa irticalen okuduğu ‘Bingöl Çobanları’ şiiriyle şairin dediği gibi;

‘Her dinlediğimde kepeneğine kapanmış bir çoban olurum dağ eteğinde, yüzüm ağlar, içim kanar, yarem sızlar üflediğimde.’

Okuma yok, yazma yok, bilmeyiz eski yeni

Kuzular bize söyler yılların geçtiğini

Önümüzde bir sürü, yanımızda bir köpek

Dolaştırıp dururuz aynı daüssılayı

Her adım uyandırır acı bir hatırayı.

Şimdilerde dilli, dilsiz, uzun, kısa gibi değişik çoban kavallarını yapan, ağaçlara ses veren bu ustaların sayısı üçü beşi geçmiyor. Bu meslek de kaybolan diğer meslekler gibi geçmişte bıraktığı güzelliklerle yad edilecektir.

Kaval yapan ustalar tozlu talaşlı olduğu için çırak yetişmediğini, bu işin son ustaları olduklarını ve de kaybolan diğer meslekler gibi geleceğe taşınamayan bir baba mesleğinin yok olup gitmesinden hüzün duyduklarını dile getiriyorlar.

Zamanın rüzgarının önünden çalıp sizlere hatırlattığımız, ölü bir tarihi uyandırdığımız, bir hoş sada olan çoban kavalını anlattığımız bu yazıyı da ancak o günleri yaşayanlar kaleme alabilirler. Biz de öyle yaptık.

Bütün yazma çabamız, geçmişte yaşanan hatıraları dondurmaktan ibaret. Zamanın elinden çekip almak…

Ve yan yana gelince eskimeyen dostlarla sohbeti koyulaştırdığımızda bir söz dökülür dudaklarımızdan hüzünle;

‘Bilmem hatırlar mısın’ diye başlayan…