Gelin bugün eskilerin deyimi ile vaziyete muvafık, vakıaya mutabık Ahvalimiz, Aile ve İstanbul üzerine birkaç söz eyleyelim.
Galip Erdem 1962 yılının 15 Haziranında Yeni İstanbul Gazetesinde Peyami Safa’nın ölümünden bir yıl sonra ‘Peyami Safa’ya Haber’ başlığıyla bir yazı yayımlar; der ki:
‘Türkiye bildiğin, bıraktığın gibi… Gerçeği aramak zahmetine katlanmaktansa, yalana inanmanın kolaylığını tercih eden insanlar yine revaçta! Herkes sihirli bir formül peşinde. Bilmeyenlerin mütemaıdiyen konuştuğu, bilenlerin sustuğu bir diyar.
Ama, bizim diyarımız, çok seviyoruz onu, sen de çok severdin. Selamete kavuşturmak için çalışacağız. Yardımını esirgeme bizden. Saygımızı, sevgimizi kabul et…’
58 yıl sonra bugün Peyami Safa’ya bir mektup da biz yazmış olsak Ahvalimizi daha kısa olarak; ‘Galip Erdem’in yıllar önce size bildirmiş olduğu durum pek değişmedi ülkemizde… Ahvalimiz sizin hayattayken söylediğiniz gibi devam edip gidiyor. İsabetli teşhisiniz güncelliğini kaybetmiş değil’ derdik.
Değerli fikir adamı, gazeteci yazar Peyami Safa’nın ‘Bu çözülüş, dini, milli ve beşeri ideallerin zaafa uğramasından, bunların yerini hudutsuz bir kazanç ve keyif hırsının almasındandır.’ Sözleri günümüzün de yaşanan gerçeği değil midir?.
Boşanmalardan yakınıyoruz. Yıkılan yuvalardan, Anasız Babasız büyüyen çocuklar için üzüntü duyuyoruz.
yüzyılda İsviçreli Aile Hukuku Uzmanı Prof. Gaston Jezz. Türk aile hayatını incelediği makalesinin sonunda şöyle diyordu. ‘Türk milletinin elinden aile nizamını alınız, geriye bir şey kalmaz.’
Elli senede iki kıymetli varlığımızı, gaflet ve hatta ihanet yolunun kurbanı yaptık. Cemiyet yapımızın temeli MAHALLE yi ve millet hayatımızın özü AİLE yi kaybettik.
Yine eskiye gideceğiz, eski mahallelerimizde bir ‘Küfüv’ sözcüğü vardı ki mutluluğun temeli sayılırdı.
Geçmişte evlenecek taraflar arasında servet, görgü, kültür, yaş, eğitim, ayrı beldelerden olmanın farkları çoğalır ise, yaşlılar ve hatırlılar araya girerler, ‘Sizler birbirinizin Küfvü (Dengi) değilsiniz, yarın hüsrana uğrayabilirsiniz, ikaz ediyoruz’ derlerdi.
Modern zamanların feminist nesli farklı düşüncede olsalar da geçmişte yaşanan bir gerçek vardı kadınlarımız genç yaşta evlenip, bir ömür boyunca sarhoş da olsa huysuz da olsa çirkin fakir de olsa eşlerini kabullenir bu benim kaderimdir avuntusuyla yuvalarını mabet, aile hayatlarını da bir ibadet olarak değerlendirip kutsi çatılarının bacalarını sadakatle tüttürürler, baharda evlenip güzün şiddetli geçimsizlik kılıfıyla boşanmayı düşünmezlerdi.
Günümüzde ‘Kanal İstanbul’ ve olası bir depremle anılan İstanbul’dan söz edecek olursak;
İstanbul bir canan, bense sevdakar/Her kim bir tuğlasını yerinden sökse/Bütün İstanbul’u üstüme yıkar. Diyen şaire selam olsun.
Bugünkü İstanbul’un göğü tırmalayan gökdelenlerini gördükçe, yıkılan baba evlerini, top koşturulan oyun oynanan boş arsaları, kesilmiş ağaçları, kaybolan su içilen çeşmeleri hatırlıyoruz. Ve Cemil Meriç’in kaybettiğimiz üç akl-ı selimi aklımıza düşüyor:
Akl-ı selim, kalb-i selim ve zevk-i selim. Biz bu üçünü de kaybettik.
Yıllar önce bir İtalyan mimar, İstanbul’u havadan helikopterle görüp seyrettikten sonra; ‘Bu şehri Mimar Sinan’ın torunları inşa etmiş olamaz’ diyor.
İtalyan mimarın İstanbul için söylediği bu sözler Cemil Meriç’in yıllar önce söylediği zevk-i selim kaybının somut bir göstergesidir.
Bir şehrin silueti ile medeniyeti arasında kopmaz bir bağ vardır. Şehirlerin silüeti onun hangi fikre inanca medeniyete mensup olduğunu ortaya koyar. Eski şehirler dünyanın her tarafında inançlarının siluetini yansıtırlar Hristiyanların katedral ve kiliseleri, müslümanların camii kubbe ve minareleri.
Sadece İstanbul değil, Anadolu’nun hemen her eski şehrinin bir yanında boy gösteren bütün o ‘yeni şehir’ler birbirinin aynı ‘Fotokopi şehirler’ ve de son yıllarda şehir kültürü ile ilgili yazılar, kitaplar arttı. Çocukluğunu 1960’lı yıllarda yaşayan nesiller olarak bizler yıkılmaya yüz tutan o evlerde yaşadık, yeni nesiller Fotokopi şehirlerde yaşayacaklar.
İstanbul denince, insanın belleğine anılar hücum ediyor. Hele Üniversite yıllarınız Beşiktaş, Üsküdar, Nişantaşı, Yeniköy gibi semtlerde geçmişse… Geriye dönüş yok biliyoruz. Ama gel de o yılları arama. Yaşanan güzel duygular geçmişte kaldı. Siyah Beyaz filmlerde o yılların İstanbul’unu gördüğümüzde içimiz burkuluyor. Eski deyimle söylersek bir zevk-i tahattur yaşıyoruz o filmlerle…
Eğer İstanbul ise konumuz biz geçmişin İstanbul’unu arıyoruz. Bir kent bu kadar mı bozulur. Belki de özlemimiz biraz da bundan…
Farklı sohbetler, farklı yazılarla başka pencerelerde buluşmak dileğiyle…