Ahmet Yüksel Özemre yazmış olduğu “Üsküdar, Ah Üsküdar!” adlı kitabı için “Bu kitap ayrıntılı bir Üsküdar tarihi değil, fakat Üsküdar’ın bir daha rücu etmesi mümkün olmayan ve benim için de bu ilerlemiş yaşımda gitgide sislere bürünmekte olan eski haline duymakta olduğum tahassürün eseridir.” Der ve beşeri münasebetlerin en bariz ve en belirleyici özelliğinin “Sehavet” olduğunu söyler.
Sehavet; hiçbir karşılık beklemeden ve kimse bir şey istemeden lütfetme, kerem, cömertlik manasına gelir.
Üsküdar çarşı esnafının Müslüman olanı da gayrimüslimi de sabahleyin birbirini gözetler, eğer kendisi siftah etmiş de komşusu daha henüz siftah etmemişse, ikinci gelen müşterisine “Efendim; komşum henüz siftah etmedi rica etsem, ona gidebilir misiniz?” diye komşusuna yönlendirirmiş.
Esnaf haramdan korkar, onun için de “Betim, bereketimdir” diyerek müşteriye terazi kefesini hiç dengelemez, tartılan tarafın kefesi daima ağır basarmış.
Fırınların, manavların, kasapların kendilerine mahsus fukaralarına satılmayan ekmekler, çürümeye henüz yüz tutmuş sebze ve meyveler, etlerden artan büyük kemikler gün sonunda fukaraya verilirmiş.
Bazı mahallelerde de “Fukara taşı” bulunurmuş. Mahalle sakinleri yatsı namazına camiye giderken taşın kovuğuna bir miktar para bırakırlar namazdan sonra ihtiyacı olanlar en son çıkar ve taşın kovuğundan bir miktar para alırlarmış. Kimse paranın hepsini kaldırmayı düşünmez ertesi günün ekmek parasını almak onlara yetiyormuş.
Hülasa “Vermek namus-i ilahidir. Herkese nasip olmaz” ilkesini kendilerine düstur yapan Üsküdar halkının ortak meziyetleri sehavet sahibi olmak imiş.
Her ne kadar zamanımızda bu gibi güzellikler giderek toplum hayatımızdan uzaklaşmış olsa da sehavet sahibi insanlarımız hala varlar. Geliniz günümüzde ender rastlanan sosyal medyaya düşen bir sehavet haberini hep beraber okuyalım.
“Ramazan ayında hayır işlemek isteyen bir vatandaş bir bakkala giderek veresiye defterini satın almak istedi. Bakkalın teklifi kabul etmesi üzerine 6 bin lira karşılığında defteri satın alan hayırsever borçluların yüzünü güldürdü.
Kırklareli’nin Lüleburgaz ilçesinde bir hayırsever, ramazan ayı dolayısıyla ihtiyaç sahiplerine yardım etmek amacıyla bir bakkalın veresiye defterini 6 bin lira ödeyerek satın aldı. Bunun eski bir Osmanlı geleneği olduğunu söyleyen bakkal sahibi “6 bin 857 lira tutarındaki veresiye defterini 6 bin 500 liraya bıraktım. Pazarlık sonunda 6 bin liraya anlaştık. Parayı ödedi. Defteri bir poşete koyup gitti.
Veresiye defterinin satın alındığından habersiz borcunu ödemeye gelen vatandaşların gözyaşlarını tutamadığını ve çok şaşırdığını anlatan bakkal: veresiye defterini sattıktan sonra bir müşterim 700 tl civarındaki borcunu ödemeye geldi. Bir ay önce de eşi rahatsızlık geçirmişti. Fabrikada çalışıyordu, ödemede zorluk çekebilirdi. Borç ödemeye geldiğinde “ ne kadar” diye sordu. Borcun ödendi deyince inanamadı, ağlayarak dışarı çıktı. Şimdi o parayla çocuk çocuğunu bayramda giydirecek.”
Evet, fukara taşları, zimem defterleri zamanımız insanlarının unuttukları hasletler. Geçmişte ramazan aylarında esnaftan zimem defterinden borcunu ödeyemeyen fakirlerin borcunu ödeyerek yani borcu ödenen ödeyeni bilmiyor, ödeyen borçluyu tanımıyor sadece Allah rızasına dayanan bir sehavet örneği bu güzel geleneğin günümüzde sosyal medyaya haber olması eski gelenek ve ananelerimizin güzelliklerini hatırlattı bizlere…
Günümüz insanına bakıyoruz hak adına iyilik yaptığını sanıyor nefsine hizmet ettiğinin farkında değil. Yaptığı iyiliği denize atmaya kıyamıyor. Çünkü hem Halik hem de balığın bilmesinden önce başkalarının haberdar edilmesi gururunu okşuyor. Sol elimizin bile haberdar olmaması gereken şeyleri kameralar çekiyor.
Bugün TV ve gazete haberlerinde vaka-yı adiyyeden sayılan telefonla dolandırıcılık, emeklinin parasını gasp, kadın cinayetleri, kavgalar darplar ihanet gibi olayları izledikçe insan günümüzün sahte medeniyetinden iğreniyor geçmişin sade mesut bir ferdi olma hasretini duyuyor.
Anlıyoruz ki o zamanın insanları “Allah korkusu ve kul hakkını her şeyin üstünde tutmuşlar. 20 yy. atom çağı, uzay çağı, bilgisayar çağını yaşadığımızı söylüyoruz. Her gün yeni teknoloji harikalarıyla egolarımızı tatmin ediyoruz. Bir haz ve hız çağını yaşıyoruz da hangi çağda bu kadar güvensizlik, gasp, talan, savaş yaşadık.
Peki, bu ülkenin çocukları ne olacak. Koca koca sitelerde, rezidanslarda, etrafı dikenli tel alarmlarla çevrili villalarda apartmanlarda yaşayan çocuklarımız iyilik yapmak nedir, iyilik nasıl yapılır, muhtaçlara nasıl yaklaşılır onlara bunları öğrettik mi? Ahmet Yüksel Özemre bu konuya şöyle açıklık getiriyor:
“Üsküdar da zengini de fakiri de mahallelerde yan yana yaşardı. Zenginler de subaylar da girişlerinde silahlı bekçilerin bulunduğu sitelerde oturmazlardı. İnsanlar geçmişlerinden ve birbirlerinden kopuk, yeni kastlar ihdas ederek, kendilerini kendi iradeleriyle bir takım gettolara hapsederek yaşamaya başlarlarsa cemiyet hayatında da hem kutuplaşmalar ve hem de nifak başlar. Dolayısıyla eskiden bağlı olduğumuz örflerimizden, adetlerimizden, kültürümüzden vazgeçemeyiz; vazgeçmememiz gerekir. Bunları ihya ve hıfz etmek elzemdir.”
Hiç yalan söylemeyelim toplum olarak garip gurebadan tamamen izole edilmiş mekânlarda hayat sürüyoruz. Şu imtihan dünyasında, ihtiyaç sahipleri sadece parası pulu olmayan insanlar değildir. Bizler de ihtiyaç sahibiyiz. İyilik etmeye, Allahın bize verdiklerinden paylaşmaya, malımızı mülkümüzü yardımla temizlemeye, Allahın bizden razı olmasına çok ihtiyacımız var.
Adına ilerleme, kalkınma, muasır medeniyet ne derseniz deyin “insanı unutan” “güzel hasletleri unutan” robotlaşmış kafaların cetlerimizin ananelerinden geleneklerinden öğrenecekleri çok şey var.
Daralan ruh dünyamıza ferahlık veren iftar akşamlarını yaşadığımız şu mübarek ayda adetlerimizden, kültürümüz ve örfümüzden vazgeçmeden iyilik ve yardımlaşmanın ihmal edilmediği unutulmadığı daha nice ramazanları milletçe birlik ve beraberlik içinde yaşamak niyazıyla…