12 Eylül 1980 öncesini hatırlayanlar, Başbakanın Orta Doğu Teknik Üniversitesine gelişini protesto eden üniversiteli gençlerle, güvenlik güçleri arasında yaşanan manzarayı gördüklerinde endişe duydular.

         Hafıza-i beşer her ne kadar nisyan ile malul olsa da televizyon ekranlarındaki görüntüler bize 1980 öncesinin işgallerini, boykotlarını, bombalamalarını, patlama ve çatışmalarını hatırlattı. Böyle başlamıştı diye düşündürdü bu resim on günleri görüp yaşayanları…

         Böyle düşünenlerin endişe ve kuşkularını da hoş görmek gerek.

         Bu olaylara bir başka açıdan bakamaz mıyız?

         Toplantı ve gösteri demokratik rejimlerin vazgeçilmez insan haklarından biri olduğuna göre, bu hakkı kanunların koyduğu sınıra kadar geleceğimizin teminatı olacak gençlerimizin kullanmasından daha tabii ne olabilir. Eğer bunlar kanuna uygun yapılıyorsa niçin endişe duyulur.

         “Sokaklar yürümekle aşınmaz” lafını da söyleyen bu ülkenin Başbakanlarından biri değil miydi?

         Evet, özgür ülkelerin sokaklarında protesto da yapılır, gösteri de… Devletin görevi zarar göreceklerin haklarını korumak olduğu kadar, gösteriyi yapanların da haklarını korumak değil midir? Demokratik bir ülkede üniversite gençliğinin sesi duyulmazsa halk kimin sesine kulak verecektir. Yarınımızı teslim edeceğimiz bu gençlerin genç fikirlerini, bu deli fişeklilik çağlarında anlayamazsak ne zaman anlayacağız?

         Önce dinleyelim onları. Anlayalım. Affedilmeyecek suçları varsa suçlayalım.

         Ülkemizi yönetenler son otuz beş yılda sağdan ve soldan heba edilen istikballeri sönen bu toprağın genç insanları için hiç mi vicdan azabı duymuyorlar.

         12 Eylül 1980 rejiminin a politik yaptığı üniversiteli gençlerimizin gösteri ve protestosuna tahammül edemeyip geçmişte olduğu gibi bu günde onlara sahip çıkamazsak, yarın onlara kimlerin nasıl sahip çıkacaklarını görmek için kâhin olmaya gerek yoktur.

         Konuşan ülkelerde zafer, susan ülkelerde utanç var diyen düşünce adamı özgürlüğü tarif ediyor.

         Yargıtay eski başkanı Sn. Sami Selçuk’un hak, hukuk, adalet temeli üzerine yazdığı 55 sayfalık kitapçığından konumuzu ilgilendiren birkaç satırı;

         “Toplumun yararı için bireyin devlet gibi düşünmeme, kurulu düzeni sorgulama, eleştirme, kınama özgürlüğü vardır.

         Düşün, ama içinden düşün demek hiç düşünme demektir. Birey hem düşünecek hem de her türlü araçla onu sergileyecektir.” şeklinde bir açıklaması bize La Fontaine fıkrasını hatırlattı:

         Soğuk bir kış günü. Kar, fırtına, ayaz. Karınca evinde şöminenin önüne kurulmuş, sallanan sandalyesinde televizyon seyrediyor. O sırada evin zili çalar. Aman der karınca “yine ağustos böceğidir. Yaz boyunca şarkı söyledi, saz çaldı, kış geldi yine kapıya dayandı, bir şeyler isteyecek.” Der. Karınca gider kapıyı açar. Kapıda gerçekten bir ağustos böceği vardır. Gayet şık giyinmiş, kapının önünde son model bir araba ve içinde sarışın ağustos böceği.

         — Hayrola der karınca, ne istiyorsun.

         — Hiç, yılbaşını Paris’te geçireceğim de bir şey istiyor musun diye sormaya geldim.

         — Hayır der karınca. Bir şey istemiyorum ama o La Fontaine adında ki adama selam söyle bir daha böyle hikâyeler yazmasın.

         Her ilinde üniversite olan bir ülkenin devleti, üniversite gençliğine güven duymuyor, onu anlamaya çalışmayıp şefkat ve kuvvet dengesinin ayarını kaçırıp, orantısız hoşgörü ve sevgi yerine orantısız şiddet uyguluyorsa Sn. Sami Selçuk’a selam olsun.55 sayfalık kitapçıkta özgürlük ve demokrasi adına çok güzel şeyler yazmışsınız ama bir daha böyle hikâyeler yazmayınız.

         Yurt dışından üniversiteli gençler ithal edecek halimiz yok. Bu gençler bizim çocuklarımız onları Yunus dili ve gönlüyle anlamaya çalışalım. Gelin tanış olalım, işi kolay kılalım. Bizi eleştirene pençemizi değil, elimizi uzatalım diyen Montaigne bilincini kazanalım.

         Ve de Sn. Cumhurbaşkanının söylediği gibi “Bilim dünyasını kısır tartışmaların dışında tutalım”…

 

01.01.2013