Enver Seyhan – Kadıköy
Kadıköy metrosuna binip eve dönmek istiyorum. Saat on yedi olmalı. Postanenin oralar kalabalık ki tarifi mümkün değil. Birbirine çarpanlar, özürleşenler, gülüşenler, bağrışanlar, koşanlar, coşanlar, uçanlar, yürüyenler, duranlar, düşenler, telefonla konuşanlar, mesajlaşanlar, kucaklaşanlar, banklarda sırt üstü yatanlar, uyuyanlar, yiyenler, içenler, kendinden geçenler…
Elbette gün akşam oluyor, insanlar evine dönmek istiyor bir taraftan; bir taraftan da Kadıköy’e gezmeye, tozmaya, dolaşmaya, çalışmaya, almaya, vermeye, görmeye, oyalanmaya gelenler var…
Hele gençler!
Gençler ki nasıl tarif edilir, ne söylenir; bir şey dememeli, bir şey söylememeli, maşallah demeli, dua etmeli sadece! Meydanlar, caddeler, sokaklar, kahveler, lokantalar, kitapçılar, mekanlar, pastaneler, arabalar, metro giriş çıkışları, yürüyen merdivenler, her yer her şey gençler tarafından kuşatılmış sanki…
Metro girişinde yürüyen merdivene adımımı atar atmaz şöyle bir etrafımı süzdüm. Nedense yürüyen merdivende onun keyfine göre seyretmesinden daha doğrusu elden ayaktan düşmüş gibi olduğum yerde diñelip sorutmaktan haz etmiyorum. Merdivenin sol tarafından hızlıca yürümeyi seviyorum. Keyfim yerindeyse koşar adım inip çıkıyorum. “Keyfim” kelimesi yüzüme gözüme ruhuma ait değil bedenime ait bir durumun tarifidir. Bedenim elveriyorsa işte o zaman “keyfime diyecek yok!”
İkinci kata inince bir önceki katın yürüyen merdivenlerinin hemen hemen iki katı uzunluğundaki merdiven başına ayağımı koyduğum esnada yanıbaşımdaki eski usül merdivenlerden birkaç genç koşarak konuşarak bağrışarak şakalaşarak gülüşerek inmeye başladı. Ne kadar güzel, dedim içimden:
“Gençlik bu olmalı, kanı kaynamalı, can kendini canda bulmalı, gözü gönlü oynamalı…”
Eski usül merdivenlerden koşarak ben de inebilirim, inebiliyorum henüz şükür fakat bazan gözümün almadığını sanıyorum. Evet, evet! “Gözümün almadığını sanıyorum” cümlesini kabul edemiyorum belki ama işin aslı artık yavaşlıyorum, duralıyorum, hızımı tüketiyorum, tükeniyorum…
Koca Memmed dedemin lafı gelip bağdaş kuruyor oturuyor sessizce yüreğimin baş köşesine:
“İnsan yaşlandıkça gün gün muvazenesi bozuluyor. Bir sonraki gün bir önceki günü arıyor” dermiş. Sanki ben de tekrar ediyorum, tecrübe ediyorum, yineliyorum, elim ayağım tutuyor hızlıyım hareketliyim henüz, dahaca o günlere var gibi görünüyor ama galiba beş on yıl içinde aynı halde bulacağım kendimi…
Kaçış yok ömür yükünü aldı…
“Kalktı göç eyledi ömür kervanı!”
Yürüyen merdivende dalmışım bir an, hem yürümeye hem de kendimle konuşmaya başlamışım. Hesaba koymayan geçip giderken sormayan haber vermeyen yılların elimden çekip aldığı gençliğimi özlemişim, hem de çok özlemişim…
Birden yüreğimin ocağında bir top ateş yanmaya içimi cayır cayır yakmaya başladı.
“Ah” dedim; “gençliğim olaydı da ben de şu basamakları koşa seğirde ineydim. Ümüğüm yettiğince bağıraydım güleydim!”
Gençliğimi mi özlemişim yahut soyka gönlüm yarım asrı geçen ömrümün dehlizlerinde tünellerinde karanlık gecelerinde seyahate mi çıkmış anlam veremedim…
İnme binme meydanına gelince eleğim sağmayı andıran allı yeşilli morlu sarılı ışıkların gülücük saçan gölgesi karşıladı beni. Mutlu oldum umutlarım yeşerdi adımlarım normal seyrine döndü.
Beş on dakika içinde tren geldi. İnenler indi binenler bindi ve benim için yarım saatlik seyahat başladı…
Bir gün daha bitti…