Gençlik ve yaşlılık üzerine çok şeyler söylenmiş geçmişten buyana. Gençlik, insanın başına hayatta bir kere gelir demiş Pir-i faniler. Yaşlılığı gençliğimizin rüyalarıyla oyalanarak geçiririz. Ve bir dostun kaybından duyulan üzüntüyle hayıflanarak bir hakkı teslim edercesine yüreğimizi acıtan bir cümle kurarız ‘Birbirimizi görmeden yaşlanıyoruz’. Her ne kadar görüntülü telefonların sanal muhabbetleri bu gerçeği biraz değiştirse de aslın sıcaklığını vermiyor be kardeşim…
Ve geçmişi geleceğin yağmasından, zamanın acımazsızlığından kurtarmak için yazmak gelir içinizden. ‘Hatırlamak’ kelimesi düşer dilinize yüreğinize. Biliriz ki yaşayıp durduğumuz şu küçük hayatlarımız bir gün yaşanmamış gibi olacak. Bunları yazma çabamız geçmişte yaşanan hatıraları zamanın elinden kurtarıp dondurmak, hayat arşivine teslim içindir.
Bizler doğduğumuz evlerde, çocukluğumuzu yaşadığımız sokaklarda ve dostlarımızla anılarımızla yaşlanma şansına sahip olamayan bir kuşağın mensuplarıyız. Hayata beraber başladığımız dostlardan kimler kaldı. Şairin dediği gibi; Dostlarla da yollar ayrıldı bir bir/Gittikçe artıyor yalnızlığımız.
Birkaç ay içinde çocukluk arkadaşımız olan, kişiliğimizin oluşmasında emeği bulunan Dr. Selahattin beyin evinin bahçesinde arkadaşlığı, dostluğu, oyunları ve paylaşmayı öğrendiğimiz bir çocukluk devresinin güzel insanı süha Solakoğlu’nu ve orman şefinin oğlu Gültekin pekdemir arkadaşlarımızı kaybettik. Mekanları cennet olsun…
Artık hepimiz apartman insanı olduk. Mahalleye veda ettik. Herkesin birbirini tanıdığı, sokak başında dikilip sohbet ettiği, kapıdan pencereden birbirine seslendiği, çocuk sesleri, kimi geceler sarhoş naralarını, simitçilerin bağrışlarını duymayacağız. Aşina mekanlar ve aşinalar arasında yaşayıp giden bir hayatın o cıvıltılı renginden uzağız artık apartmanlı sokaklarda şimdi düzgün giyimli adamlar, şık kadınlar, gürbüz çocuklar ve sıra sıra arabalar var. Bahçeli tek katlı ahşap evlerin ruhu yok yeni apartmanlarda.
Çocukluğumuzda naylon ayakkabılar, lastik ayakkabılar giydik. Ağarmış önlükler, yamalı ütüsüz pantolonlar mahrumiyet yıllarının özlemle anılan mesut çocukluk hatıralarındandı. Şimdilerde ki gibi ilçeden köye ekmek gitmezdi. Köylü ekmeğini kendi yapardı. Köylü şehre çay, şeker, tuz, radyo pili, gaz yağı almak için inerdi. Kadınlar evdeki bez parçalarını birbirine ekler yolluk ya da seccade yapardı. Yemekler tel dolapta saklanırdı karpuz soğutulmak için kuyulara sarkıtılırdı.
Ve ilçemizin çarşısı vardı. Sokakların, evlerin tabi uzantısı gibi duran çarşılarda dükkan sahibi olanlar, çarşıda gezinenler birbirlerini tanıyan insanlardı. Camii avluları, çeşme başları, kapı önleri, çarşı kahveleri kederleri azaltan, sevinçleri çoğaltan muhabbet mekanlarıydı. Kokusu yan komşudan hissedilen yemekler komşuya ikram edilir, dolu gelen tabak boş gönderilmezdi.
O sokaklar boşaldı,çarşılar tenhalaştı, muhabbet azaldı. Radyoları hurdacılar aldı, vita tenekelerinde fesleğen yetiştiren kadınlar göçtü gitti. Herkes ekmek peşine düştü şimdi belki de daha varlıklıyız ama mutlu muyuz?…
Çocukluğumuza dönersek; Karnelerimizi alıp tatil başladığında kitap defter okulu unutur kendimizi sokaklara bahçelere kırlara vurur, koşar oynardık. Bazılarımız da alın terinin kutsallığını erken yaşlarda öğrenip boyacılık yapar, simit satar okul günlerinin masrafını karşılamayı düşünüp çalışırdı. Şimdiki çocuklar böyle mi? Bütün hayatları yazın tatilde bile okul. Çoğu üretmenin, alın terinin ne olduğunu bilmeden sadece kitaplardaki hayatın izini sürüyor. Hayatları planlanmış önlerine konmuş yaz okulları, kurslar imtihanlar. Çocuklarımızı hayatın ve özgürlüğün cahili tasarlanmış çocuklar olarak yetiştiriyoruz.
Bizler kendi oyuncağını kendisi yapan çocuklardık. Ağaç dalından ok yay, tahta parçalarından araba, tellerden çember, erik dalından sipsi, kağıttan uçurtma yaptık oynadık. Plastik oyuncak görmedi bizim neslin çocukları. Çelik çomak, seksek, beştaş, kör ebe, saklambaç, dikme kaya oynayarak büyüdük.
Ve meyveli bahçelerden meyve aşırmak çocuk olmanın alametlerinden ve de çocukluğun sosyal faaliyetlerinden biri sayılıyordu. Meyveler olgunlaşmaya yüz tuttuğunda mahallenin çocukları kimin bahçesinde hangi meyvenin olduğunu bilir ve gereğini yerine getirirdi. Adına meyve çalma dense de çocukların bu masum eylemini büyükler de hoş görürdü. Sanıyoruz o eski meyveli bahçelerin güngörmüş sahipleri mahallenin bu yaramazlarını affetmişlerdir.
Yazmak bir avuntu, bir tatlı aldanış. Oyalıyor bizi. Hatıralara sığınmakta öyle. Onlara kaçmak da bir avunma değil mi? Ömür geçip gidiyor. Şimdiye kadar hep ileri bakıyorduk, geçmişle işimiz yoktu. Gönül yitirdiklerini arıyor, geriye bakmanın zamanı geldi. Hatıra defterini sık araladığımız ondan…