HER CANIN HİKAYESİ BAŞKA.. Enver Seyhan

Hayatı birebir yaşamak için hayatın içinde olmak lazım. Mermer salonlardan, model arabalardan, asri binalardan hayatı izlemek, hayatı takip etmek, hayata bir şeyler katmak mümkün değildir. Yaşamayan veremez; duygu veremez, his veremez, gönül veremez, gül veremez, el veremez, mal veremez, yardım veremez, güzel göremez, fedakarlık edemez.

Çünkü yaşamak ayrı bir şeydir. Yaşarken yorulmak var, kırılmak var, koşmak var, taşmak var, düşmek var, yokuşları, engelleri aşmak var. Yüreği kanamayan ağlayamaz, gönlü hassas olmayan yara bağlayamaz!

Her canın bir hikayesi vardır. Her can nefes alır, her can bir umut dalına tutunur. Gönülden geçenlerin alayı ömürden geçmez. Ömürden geçenler akla hayale gelmedik şeyler olabilir; gönülden geçenlerle ömürden geçenler hiç mi hiç bağdaşmayabilir…

Hayat bir kısa serüvendir. Hayat acı tatlı duru kuru maceradır. Kimine gülümser sabah güneşi, kimini rüzgar çalar, fırtına, yağmur karşılar.

Öyle ya!

“Her aşığın bir ahı var!”

Bu sefer doktor dilinden bir masumun hikayesine tanıklık edeyim dedim. Aracı olmak gibi bir şey demeli aslında. Zira yüreğime yara oldu masum için kocasının söyledikleri…

“YENİSİNİ ALMAK DAHA İYİDİR!”

Israrla çalan zilin beni uyandırmaya kararlı olduğunu anlayarak kalktım ve açtım kapıyı. Paltolu, uzun boylu, çopur yüzlü birisi. Yüzüne hiç uymayan saf bir bakışla dikiliyor karşımda. Sanki son beş dakikadır, bazen yumruklayarak bazen zile basarak kapıyı çalan o değil. Öylesine masum ve sıradan. Mevsim yaz ve üzerindeki palto sanki yıllardır hep sırtındaymış ve hiç çıkmayacakmış gibi bir duygu veriyor insana…

Tuhaf bir samimiyetle: “Yav nerdesin?” diyor.

“Ne oldu? Hasta mı var?”

“Bizim karı hastadır yav. Seni bekliyoruz sabahtan beri.”

Belli ki sabah saat beşte gelip saat dokuza kadar tüm işlerini hallederek, hızla köyüne dönenlerden birisi. Adamın arkasında siyah feraceli, ince, zayıf bir kadın sessizce dikiliyor. Yüzümü yıkayıp dışarı çıkıyorum. Kasabanın tek caddesinde hızlı adımlarla yürüyoruz. Sağımızdan solumuzdan buğday yüklü traktörler geçiyor. Karakolun yanındaki kıraathanenin önünden gidiyoruz. Televizyonda oynayan karate filminin sesi sokağa taşmış. Sekiz – on kişi ellerinde yarılanmış çay bardakları, televizyonun önünde kımıldamadan oturuyorlar. En önde benim, ortada adamın ve arkada kadının olduğu tuhaf kafile, adamın hızlanarak yanıma gelmesiyle bozuluyor. Bir şey söyleyecek ama nasıl söyleyeceğine tam karar verememiş gibi. Bir ara kafamı ona doğru çevirmemi fırsat bilip konuşuyor:

“Ankara’ya da götürdüm, yine bir çare olmadı… Film milim… Yok… Hap veriyorlar üç dört çeşit… İçiyor, amma yok bir şey.”

“Tamam, bakarız şimdi. Muayene edelim de.”

“Dediğim gibi, ilaç fayda etmiyor yani.”

Cevap vermiyorum. Bir süre sessizce yürümeye devam ediyoruz. Kadın arkamızda, başı önünde bizi takip ediyor, mesafeyi hiç bozmadan. Adam tekrar lafa giriyor. Bu kez asıl derdini söyleyecek belli ki. Kararlı bir ses tonuyla:

“Sen şimdi muayene et, ama bana söyle, çok masraf çıkar mı? Valla çok para harcadım. Neticede iyileşmiyor. Yine iyileşmeyecekse hiç ilaç verme bize.”

“Yav bir muayene edeyim önce. Ne bileyim ben şimdi ne olacağını?”

Konuşmasından anlıyorum. Yıllar önce, mecburi iskânla yerleştirilen Kürt aşiretlerin yaşadığı köylerden gelmiş birisi. Muayenehaneye giriyoruz birlikte. O hâlâ konuşuyor: “Çok masraf olacaksa, ben bunu değiştireceğim biliyor musun? Yani, niye dersen, şöyledir. Bana bunu iyidir diye verdiler, tamam mı? Öyle çıkmadı ama. Hastadır bu. Hiç bitmiyor hastalığı. Boşuna masraf edeceğime bunun yenisini almak daha iyi değil mi? Onun için söylüyorum: Yenisini almak daha iyidir.”

Kadını muayene ediyorum. Zayıf, kurumuş kalmış bir vücut. Muayene edilen bir başkasıymış gibi sakince, başı önünde bekliyor. Şikâyetlerini açıklayacak mantıklı bir sebep bulamıyorum. Bir yandan da onu kurtaracak bir şeyler yapmalıyım diye düşünüyorum.

“Hanımın çok iyi,” diyorum. “Şu hapı alsın… Vitamin… Bak, çok iyi gelecek.”

İkircikli, eline alıyor reçeteyi. Tatmin olmadığı belli. Kadına bakıyor. Bana bakıyor, sonra reçeteye. Kürtçe bir şeyler söylüyor. “Ne dedin sen,” diyorum. Eliyle “boş ver” der gibi bir hareket yapıyor. Israr ediyorum: “Söylesene, ne dedin? “Adam kapıya doğru giderken, o zamana kadar hiç konuşmayan kadının sesi geliyor:

“Kuru ağaçtan düdük olmaz diyor doktor bey.” Adam önde, kadın arkada, geldikleri gibi gidiyorlar…

Ercan KESAL

Hekim Oyuncu Yazar