Ömür’le odasında buluştuk, kantine indik. Tam hatırlamıyorum fakat ikindiden sonra akşama yakın olsa gerek meseleyi tekrar enine boyuna konuşmaya başladık. Gereğinden fazla konuştuk. Sebep de Ömür’ün beni ikna çabası. Anlatıyor, çünkü kendisi yükü bırakacak, bana yükleyecek. Benimse bu işe asla inanasım gelmiyordu.

Konu uzadıkça uzadı. Akşam yemeğimizi dahi aradan çıkardık. Ömür’le 2’inci Yurt’tan oda komşuluğumuz var, muhabbetimiz var, yiyip içmişliğimiz var, Ferdi Tayfur’dan şarkılar dinlemişliğimiz var, eşlik etmişliğimiz var, var oğlu var; bütün her şeye rağmen tavrında, halinde ve gözlerinde ciddiyet göremiyordum. Müthiş manevralar yapıyordu. Öyle süslü püslü cümlelerle konuşuyordu ki bir taraftan da inanmak istiyordum. Ya yanılıyorsam?

O laflarken gel-gitler yaşıyordum; bir adım ileri üç adım geri. Aklımdan geçenleri onunla paylaşmıyordum. İki elimi şakaklarıma dayamış onu dinliyordum. Bu vaziyette sanıyorum birkaç saat geçti. Suskunluğum ve ilgisizliğim onu yordu, bezdirdi, belki kızdırdı, imana getirdi galiba ki sadede geldi.

Dedi ki:

“Bu bir şaka! Şaka işte! Filmlerdeki gibi!”

Dedim ki:

“Nereden icap etti bu şaka?”

“İhsan’ın Gülendam’a karşı içsel bir duygu, bir his barındırdığını sanıyorum.”

“Allah Allah! Böyle ciddi bir konuda durumdan vazife mi çıkardın?”

Eliyle sus işareti yaptı. Yine duramadım:

“Yani bu şakayı bir hayal bir tahmin üstüne mi bina ettin?”

“Evet!”

“Estağfirullah!”

“Senden önce beraberdik, hislerine tercüman oldum, konuştuk, kabul etti. Hatta heyecanına yenildi. Eli ayağı tutmaz oldu. Sen git sabah için hazırlan dedim” dedi.

Başımın üstünden soğuk sular döküldü, üşüdüm, buz gibi oldum. Buz tuttum. Sustuk birkaç dakika. Sessizliği usulca bozdum.

“Ömür” dedim.

“Senin kadar onu da yakından tanıyorum. Böyle işlerde bezi yoktur. İhsan yapmaz, sana uymaz. Genç insan nihayet tutkulu olabilir, tutkusuna yenilebilir ama ötesi nafiledir. Eğer benim tanıdığım İhsan ise, kendini bırakmaz, aşk odunda çıra yakmaz. Hududu aşmaz, yolundan şaşmaz. Aşık olmuş olabilir de kendisi halleder; yakışıklı nazik şuurlu bir adam! Neden seni beni araya koysun ki?”

Neticede yoğun ısrar sonunda beni de inandırdı. Kesin olarak ikna olmuş değildim. Değildim ama reddedemezdim.

Dedi ki:

“Senin oda nizamiyeye nazır. Sabah saat sekiz gibi camdan takip et ve beni de haberdar et.”

Şakanın bütün sorumluluğunu bana yükledi. Kendini sıyırdı vesselam. Zaten biliyordum. Biliyordum, İhsan’ı ikna eder etmez arkasından bütün ince planlarını devreye sokmuş. Her şeyi ayrıntısına kadar kurgulamış. Şimdi ezberden oynuyordu.

Aklıma yatmadığından dolayı tekrar tekrar sordum. Kolundan tuttum salladım. Meseleden ve benden uzaklaşmak istediğini görüyordum. Bahaneler üretiyordu. Bir taraftan da İhsan’la içsel bir bağ kurmak, hislerine tercüman olmak istiyordum. Ona meseleyi sormak istiyordum. Olmuyordu. Biliyordum ki İhsan alelacele kendini kaptırıp koyvermezdi. İki arada bir derede kalmıştım. Gerçekten İhsan’ın Gülendam’a karşı küçük de olsa ilgisinin olup olmadığına dair çıkmaz bir sokakta sıkışmış kalmıştım. Hadi Ömür eğlenecekti ama İhsan’ın onuru gururu!.. İncinecekti!..

Birden irkildim. 25 numaralı maceralı odada kalırken Kız yurdu güvenlik görevlisine pencereden yaptığımız şakalardan birinde, kızın adı geçmişti. Kızın adı geçmişti ama kim niçin Gülendam’ın adını anmıştı? Aramızda ulu -orta böyle şeyler asla olmazdı. Durup dururken olur olmaz biçimde bir kızın adının geçmesi bana da arkadaşlara da yakışmazdı. Burada ima vardı. Unutmuştum. Müphem ve muğlak bir manzara ile başbaşa kalıverdim. Kendi kendime divane gibi uzunca gülümsedim. Düşündüm; uzun ve yokuş yollar yürüdüm. Hayal meyal bir şeyler canlandı. Hızla odama çıktım. Okuduğum kitapları karıştırdım. Hiç havamda değildim. Pencereden gecenin karanlığını delen, tam ortadan bölen samanyolunu izledim. Milyon mu milyar mı yıldız bir arada. Birisi gidip diğerine çarpmıyor. Her biri bir felekte sakince yüzüyor. Belki insanlar gibi birbirlerine şaka yapmıyorlar. Belki de yapıyorlar…

Kim bilir?

Sabah saat sekiz olunca pencereden nizamiyeyi annaklamaya başladım. Bekliyordum, Gülendam’ın erken geleceğini sanıyordum. Yüreğimi garip bir duygu, karışık bir his sarmıştı; hem de karmakarışık. Gelen giden olmadı. Nice sonra takım elbisesiyle köşede bir yerde utana sıkıla İhsan’ın beklediğini gördüm. Sigara içiyordu bildiğim. Beden dili olumsuzdu. Korkuyordum. Hemen Ömür’e koştum. Adam hiçbir şey olmamış gibi yatıyordu. Uyandırıyordum, uyanmıyordu, umursamıyordu. Bir ara “ben karışmam, sen hallet” dediğini duydum. Oh ne güzel! Uydur bir masal ve sıyrıl aradan! Kolundan tutuyordum, battaniyeyi üstünden çekiyordum; yok, adam mevta gibi! Ses soluk çıkmıyordu. Çaresiz bıraktım, odaya çıktım.

Olan olmuştu. Artık bekliyordum; İhsan’ın gelmesini bekliyordum. Kendimi teskin ediyordum, ne derse desin susacaktım. Başka çare mi vardı? Ömür aklen bedenen hal olarak kendini çekti sıyırdı. İş bütün serencamıyla bana patladı. Ömür’e gidecek, cevap alamayacak. Konuşacaklar ve iş benim başıma kalacak; adım kadar emindim. Öyle de oldu. Odanın kapısı küt diye açıldı. Gözümün altından baktım ki İhsan odayı süzüyor. Sinirli ve bir yanardağ gibi patlama aşamasında. İs pus saçıyor. Yatağa yanaştı beni sertçe salladı. Beleñler gibi numara yaptım. Oralı olmadım. “Git başımdan” dedim. Gitmedi. Başımda beklemeye başladı. Nasıl numara yapacağımı kestiremiyordum. “Ne oldu İhsan? Hoş geldin” dedim. “Kantindeyim, hemen bekliyorum seni” dedi. Bu sert adamın sakalları yeni çıkıyordu. Gözümün altından yüzüne baktım, tıraş olurken yüzü tahriş olmuştu.

Kalktım. Yüzümü yıkadım. Ömür’e gittim. Adam aynı yine, kılı kıpırdamıyor. “Sen hallet” diyor.

Kantine indim. İhsan beni ayakta karşıladı. Tokalaştık. Yeşil gözleri ateş saçıyordu. “Çok gergin gördüm seni” dedim. Hiçbir şey olmamış gibi iki kişilik kahvaltılık ve çay aldım geldim. Elbisesini işaret ederek; “yolculuk mu var” diye sordum. Karşısına geçtim oturdum. Cevaplamadı. “Bu hiç yakışık almadı” dedi. Anlamazdan geldim. “Ömür’le konuşurken ona inanırken aklın neredeydi” demek istedim, boş verdim, sustum. Kahvaltı tabağına dokunmadı; çay içtiğini de görmedim.

Bir saate yakın oturduk. Burnundan soluyordu. Çok kızgındı. Olayı baştan anlatmasını istedim. Galiba anlattı. “Galiba” diyorum çünkü tam olarak aklımda değil. Benim meseledeki dahlimi sordum. Ömür’le birlikte kurguladığımıza takıldı kaldı.

Dedim ki:

“Bu konuda seninle iki kelime ettim mi?”

“Yok” dedi.

“O zaman Ömür’e gidelim ve konuşalım” dedim.

Kabul etmedi. İkna da olmadı. Kalktı gitti.

Küstü!

İhsan gittikten sonra Ömür’e yeniden uğradım. Hâlâ miskince yatağındaydı ve açmış Bergen dinliyordu. Keyfi yerindeydi. “Ömür sen dalga mı geçtin, adam mı seçtin” diye sordum. “Adam kızdı küstü gitti.” Gülümsedi; tuttu bir sigara yaktı.