‘Türk edebiyatı’ dergisinin otuz yıllık abonesiyim. Her yılın ilk ayında Yeni yolda Emektar Cilt Evi Kemal Ağabeye ciltletmiş olduğum dergileri zaman zaman açar kenarına yıldız işareti koyarak önemli bulduğum ya da beğendiğim sayfaları bir kez daha gözden geçiririm.

Yanı başına birkaç yıldız koymuş olduğum yazı, yitirdiğimiz köylerimizi anlatıyordu. Aynı saatler de kara kaplı defterime eczane anısı olarak yazılmak üzere bir tarafa bıraktığım not da aynı konu üzerine olunca, her birimizde sıcacık anıları olan köyümüzü hatırlayıp köyün güzelliklerini paylaşalım istedim.

Kara kaplı defterime yazdığım eczane anısı; Kavaloluğu köyünden bir vatandaşımızın kış aylarını İstanbul’da çocuklarının yanında geçirdikten sonra çektiği köy özlemini ve çocuklarının davetine vermiş olduğu cevabı anlatan sözleydi…

Yaşlı baba çocuklarının; baba inadı bırak, artık yaşlandın, kendine bakamaz oldun, köyde kimse kalmadı. Hastalık var darlık var bu dağ başında yapa yalnız ne edeceksiniz, millet bizi kınıyor, bir babalarını yanlarına alıp bakmıyorlar, bizi yere baktırma, gel etme eyleme. Burda neyi bekliyon.

-Lan oğlum ben Bakır puarını (Pınarını) görmezsem yaşayamam. Ben buranın suyuynan havasını bekliyom.

Geçimi kıt dağ köyleri her geçen gün boşalıyor. Fukaralıktan kurtulma yeni ve zengin bir geleceğin kapısını aralama sevdası gençleri köyden koparıyor. Köy kendini geçindiremiyor. İstanbul hevesi gençler için macera ve kendini ispat vesilesi.

Topraklar çoraklaştı. Modern yaşamı ve tüketme zevkini tadan genç nüfus çorak tarlarla uğraşmayı bıraktı. Bağ, bostan ekilmez oldu. Emeğin karşılığı alınamadığı için ekmek de biçmek de yük oldu.

Kuşların ve çocukların cıvıltıları azaldı. Öğrenci olmayınca okullar kapandı. Geride köyde kalan birkaç ihtiyarın hayali, yüreklerinde evlat torun hasreti ve köyünün topraklarında ölme sevdası kaldı.

Oysa geçmişte köy, köylülük böylemiydi. Geçmiş köy hayatının insanları köylerini seven, köylülükten zevk alan yeşilin ateşi içine düşmüş insanlardı. Onlar hayatı mevsimlerle yaşayan, erzaklarını yazdan hazırlayan, yarınlara güvenleri ambarlarında un olan köylülerimizdi. Güz günlerinde Anadolu köylerinin her hanesinin avlusunda fakir olsun zengin olsun yağ peynir turşu pekmez rayihaları yayılırdı.

İlçe garajlarında her gün aynı manzara yaşanırdı. İstanbul’a kalkan otobüslerin yolcudan çok yükleri olurdu. Bu yükler baba ocağından götürülen bulgur, tarhana, turşu, peynir, yağ, pekmez gibi gıda kolileriydi.

Her şeyi yavaş yavaş kaybettik. Sıcak bazlamayı, ayran aşını un değirmenini, keklik sesini, kekik kokusunu, döveni, sabanı, horoz sesini, tarlada kızgın güneş altında yorulup terledikten sonra bir ağaç gölgesinde soluklanma gibi tarifsiz tadı olan, küçük gibi görünen şeylerdeki büyük mutluluğu kaybettik.

Vefa, af, merhametle birlikte beti bereketi de kaybettik. Önceleri dövenle alın teriyle güneş altında yanarak elde ettiğimiz buğdayı değirmende öğüterek evlerimizde ekmek yaparken şimdi ekmek şehirden köye gider oldu. Nimet kıymetini kaybetti. Köyde bile ekmek çöpe atılır oldu.

Kuzuları, tavukları, tilkileri, kara başları, dereleri, dedeleri, nineleri… Köylerimizi kaybettik.

Kavaloluğu’lu hemşehrime İstanbul sevilmez mi köylerde kimse kalmadı, bak oğlanlar da çağırıyor niçin gitmek istemiyorsun soruma verdiği cevap doğduğu topraklara ve köyüne olan özlemini yansıtıyordu…

‘Birkaç kere bizim köylülerinin toplaştığı kahveye uğradım. İnsanlar artık ne doğana seviniyor ne ölene üzülüyor. Varsa yoksa aldım sattım, yaptım çattım. Çok şükür benim elim ayağım tutuyor. Giderim köye, yakarım ocağımı, Allah ne verdiyse yer içerim. Yapamam buralarda. Ben bahçesiz duramam. Ağacın, otun, kökün, kurdun kuşun delisi olduğumu biliyorlar ama evlat işte üzerine düşeni yapacak ‘Kal baba burada’ diye ısrar edecek.

Ama şu kısa zamanda anladım ki benim meskenim köydür, bahçedir, puardır (pınardır). Benim gibi çocukluğunu köyde geçirip de büyük şehirlere göçenlerin burnuna köy kokusu, süt kokusu, tezek kokusu, kulağına it ürmesi, horoz ötmesi, keklik sesi düşüyor ben köyümün ağacının meyva verdiğini çiçeklerinin açtığını, kuzularının oynaştığını, horozların öttüğünü ekip biçmeyi ve de köyün temiz havasını çiğerlerime çekerek temiz süt içip, köy yumurtası yiyerek ömrümün kalan yıllarını sağlıklı bir ortamda kafa dinleyerek gönlümce geçirmek istiyorum.

Evet köye olan özlem tamamen yok olmadı. Oralara duyulan hasret, doğulan topraklara, çocukluğun yaşandığı köye olan sevda devam ediyor. Ama şurası bir gerçek ki artık köylerimiz sessiz, tarlalar sahipsiz, ağaçlar meyvesiz.

Şehirler de yaşamak zorunda kalan köylülerimiz, köy hayatını tadanlar bütün bu yitirdiklerini özlemle hatırlayacaklar, emekli olduklarında köye dönemeyeceklerinin ıstırabını duyacaklar.

İhtiyarlarsa boşalan köylerde, kabirlerinde beyhude geçen ömürlerinin dinlenme mevsimini yaşamaya devam edecekler…