Bu kez kuyuya atılan taş, Mahir Ünal’dan geldi.  

Ne zaman siyasi çıkmaz yaşansa, malum kuyuya taş atılıyor.

Sayın Ünal’ın attığı taşta ne yazıyor bakalım.

“Tarihteki en sert kültürel devrim Türkiye’de yaşanmıştır. Fransız Devrimi her şeyi yıkmıştır ama lügate yani dile dokunmamıştır. Yine en sert devrimlerden bir tanesi Mao’nun Çin’de yaptığı kültürel devrimdir ve o da dile dokunmamıştır. Ama maalesef bir kültür devrimi olarak Cumhuriyet bizim lügatimizi, alfabemizi, dilimizi, hasılı bütün düşünmemizi yok etmiştir”.

Hadi bakalım, şimdi bu ağır taşı birlikte çıkartalım.

 

Birincisi, Cumhuriyet bizim dilimizi veya kültürümüzü değiştirmedi.

Bilakis güçlendirdi.

Çünkü Osmanlı döneminde halk zaten Türkçe konuşuyordu. 

Cumhuriyetten sonra da Türkçe konuşmaya devam etmiştir.

Kaldı ki Osmanlı döneminde halkın sadece %10’u okur-yazardır.

Düşünün. 600 yıl hüküm süreceksin, halkının sadece %10’unu okur-yazar yapabileceksin. Cumhuriyetin 99. Yılında okur yazar oranı %99’dur.

Bu oranlar bir kopuşu değil, aksine güçlenmiş bir dili gösterir.

 

İkincisi, Fransız devrimi her şeyi yıkmak veya kültürü değiştirmek için yapılmamıştır.

Devrim saraya karşı yani XVI Luis ve onun eşi Marie Antoinette’e karşı yapılmıştır. Zaten devrimden sonra kral vatana ihanetten idam edilmiştir.

Onu idama götüren ihanetin ne olduğunu internetten çok rahat bulabilirsiniz.

Sonuçta sayın Ünal’ın aradığı şey burada yok.

 

Gelelim Mao dönemine.

Yani, 1966-76 yıllarında gerçekleşen 10 yıllık zaman dilimine.

Mao kültür devrimi, “revizyonistler” ve “kapitalistler” tarafından tehdit edildiğine inanılan komünizmin ideolojik saflığını yeniden kurmak ve buna göre Mao Zedong düşüncesini oluşturmak ve yaymak için yapılmıştır. Bu amaç doğrultusunda hazırlanan küçük “Kırmızı Kitap”ın halkın başucu kitabı olarak kabul edilmesi istenmiş ve bu uğurda köklü ve tarihi kütüphaneler, klasik kitaplar tahrip edilmiş veya tamamen yok edilmiştir. Konfüçyüs kitapları dahi imha edilmiştir.

Görüldüğü gibi burada da konu dil değil, tamamen Mao Zedong’un iktidarı ele geçirme ve Maoizmi benimsetme çabasıdır. Kaldı ki, Mao’nun bu girişimi “Kültür Devrimi” değil, düpedüz askeri darbedir. Bu darbeyi sayın Ünal’ın savunması ilginç bir durumdur. Ayrıca bir darbe hareketi ile yeni bir devlet olan Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşunu kıyaslamanın mantığı yoktur.  İlle de kıyaslanmak isteniyorsa, çıkan iç savaştan sonra 1949 yılında kurulan Çin Halk Cumhuriyeti’nin kuruluş amacı ile Yeni Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluş amaçları kıyaslanmalıdır. 

 

Şimdi gelelim Türkçemize.

Ne diyor sayın Ünal?

Dilimizden, kültürümüzden kopartıldık diyor.

Aslında kastettiği şey dilimiz değil, yazımızdır.

Ona göre bizim dilimiz Arapça,

Kültürümüz Arap yaşam şekli, 

Yazımız ise Arap yazısıdır.

 

Bakalım bizim dilimiz ve yazımız nereden geliyor.

Bunun için geriye, taaaa yazının icadına, oradan da alfabenin doğuşuna kadar gitmemiz gerekiyor.

Bu konuda söz söyleme konusunda kendimi yetkili görüyorum çünkü, “İletişim ve Tipografi” başlıklı kitabımda yazıya, yazının doğuşuna ve alfabeye geniş yer verdim. Tipografinin ham maddesi olan yazıyı derinlemesine araştırdım ve yazdım. Bu nedenle konu hakkında bir şeyler yazabileceğime inanıyorum.

Mesela, yazının mağara duvarlarındaki resimlerden türediği söylenir.

Yanlış.

Hiç ilgisi yok.

Yazı, mağara duvarlarındaki resimlerden 2500 yıl sonra, M.Ö. 3000 ile 2500 yılları arasında Sümerliler tarafından bulunmuştur.

Yazı, yerleşik hayata geçildikten sonra, tarıma dayalı küçük hesap işlerin tutulması zorunluluğundan icat edilmiştir.

Aynı dönemlerde Mısır’da da bir yazı bulunmuştur. 

Hiyeroglif.

Bu tamamen resimsel figürlere dayalı, zor bir yazıdır.

Bu iki farklı kültüre ait iki farklı yazının tek bir ortak noktası vardır, o da her iki yazının da kutsal kabul edilmiş olmasıdır.

Her iki kültürde de yazıları din adamları yazar ve okurlar.

Her iki kültürde de yazı, kız çocuklarına öğretilmez. Çünkü her iki kültürde de din adamı sadece erkek çocuklarından olabilirdi.

Yapılan araştırmalarda, Türkçede kullanılan 168 sözcüğün Sümerlerce kullanılan sözcüklerle aynı olduğu veya benzeştiği görülmüştür. 

Hatta büyük önder Atatürk’e ve Türk Tarih Tezine göre Sümerler Türk’tü ve Sümerce de Türkçeydi.

Osman Nedim Tuna, Hartmut Schmokel, Leonard Woolley gibi dil araştırmacıları bu tezi doğrulamaktadır.

Mesela; -az, -kız, -baba, -ne, -kuş, -kur, -kor, -koru, -küre, -kan gibi sözcükler hem Sümercede hem de Türkçede birebir aynı kullanılmıştır.

Görüldüğü gibi Türk dilinin veya yazısının ve hatta kültürünün Araplarla ve Arapçayla hiçbir ilgisi yoktur.  Bu durum alfabenin icadıyla çok daha iyi anlaşılacaktır.

Alfabe M.Ö. 1400 yıllarında Fenikeliler tarafından bulunmuştur.

Fenikeliler hem Sümer hem de Mısır yazısından bir sentez yapıp, kendilerine has ses işaretlerini oluşturmuşlardır. Ancak bu ses işaretlerinde sesli harfler yoktur, onu da antik Yunanlılar eklemiştir.

Alfabe, nesneleri, kavramları veya kavram kümelerini değil, doğrudan sesleri temsil eden sembollerden oluşur. Bir nevi alet çantası gibidir. İhtiyaç duyulan ses sembollerini alır, yanyana getirir, anlamlı dizgeler yani ideogramlar oluşturursunuz.

Alfabedeki ses sembolleri tek başlarına bir anlam ifade etmeyen monogramlardan oluşur.  

En az iki monogram bir araya geldiğinde ideogramlar oluşur. Bu nedenle de alfabede, yazılarda olduğu gibi yüzlerce, binlerce sembol bulunmaz. Gerek de duyulmaz.

Alttaki alfabe haritasını inceleyin lütfen.

Sol taraftakiler alfabesi olan yazılar, sağ taraftakiler ise alfabesi olmayan yazılardır.

Yani, alfabesi olan yazılar monogramlardan, sağdakiler ide demotik yani ideogramlardan oluşur.

Monogramlar sesleri, ideogramlar kavramları temsil eder. 

İdeogram yazılarında yazılan şeyden birçok anlam çıkartabilirsiniz.

Örneğin  Kur’an’ın birden fazla mealinin olması ve her mealin küçük de olsa farklılaşması, Arap yazısının ideogram olmasından kaynaklanır.  Arapçanın veya Osmanlıcanın zor olmasının nedeni de budur. Bir ses kümesinin, birçok anlama gelmesi, her okuyanın farklı yorum yapmasına neden olur. Bu nedenle Arapça ile Türkçe arasında en küçük bir benzeşme yoktur. Hatta Arapça öylesine içine kapanık ve öylesine kısır bir yazıdır ki, kendinden türemiş tek bir yazı yoktur.

Demotik olan Orhun yazısı ise, Hint, Tibet, Çin yazılarına ilham olmuş sonrasında ise Japoncaya uzanan Kore, Tayvan yazıları doğmuştur.

Şimdi sormak gerekir.

Sadece Arapları temsil eden bir yazıyı, hangi bilgi, kültür ve belgeye dayanarak Türk kültürüyle bağdaştırabiliyorsunuz?

Din mi?

Kutsal kitabımızın Arapça yazılması mı referans alındı?

Bu da yanlış.

Çünkü Kur’an klasik Arapça yani Kureyş diliyle yazılmıştır.

Fark nedir?

Arapça, dört dönemde incelenir.

Eski Arapça,

Klasik Arapça,

Orta Arapça ve Yeni (Modern) Arapça.

Klasik Arapça, ana çatısı değişmeden devam eden en eski edebî metinler Kur'an-ı Kerîm ve hadiste kullanılan lehçeler üstü Arapçadır. Saf ve duru bir dildir. Kur’an bu dilde yazılmıştır. Birçok Arap, klasik Arapçayı anlamakta zorluk çekmekte ve hatta anlayamamaktadır. Yani Azerbaycan Türkçesi gibi düşününüz. Kırgız Türkçesi hiç anlaşılmamaktadır mesela.

Modern Arapça ise Napolyon'un Mısır seferini (1798) başlangıç tarihi olarak kabul eder. Bu dönemde başta Fransızca olmak üzere yabancı sözcükler Arapçanın saflığı bozmaya başlamıştır. Arapçaya Fransızca, İngilizce, Türkçe ve diğer dillerden sözcükler girer. Hatta bunun için bazı kanunlar da çıkartılmış, dilin saflığı, duruluğu korunmak istenmiştir.

Görüldüğü gibi Kur’an’ın dili ile günümüz Arapçası arasında büyük farklılıklar vardır. 

Şunu da belirtmek gerekir ki şayet Kur’an, Arapça yazılmamış olsaydı, Arapçanın varlığını bilen dahi olmazdı.

Sözün özü, Türklerin dili Türkçedir.

Türkçe Arapça gibi kısır ve içe kapanık bir dil değildir.

Türkçe korunmalı, yaşatılmalıdır. Çünkü dil yaşarsa, dili kullanan ulus da yaşar.

Yaşasın Türkçe, yaşasın Türkiye Cumhuriyeti, kutlu olsun Cumhuriyet Bayramımız!