Artık pazarlara kağnılarla getirilip çuval çuval satılan karpuzları, ahşap evlerin tavanlarında odalara aromaları ve yaydıkları kokuları ile kavunları mazideki güzel anılar olarak hatırlıyoruz.

 Ninem ve dedemin yaşadığı, bahçelerin arsa olarak değerlendirilmediği insanla tabiatın arasının açık olmadığı o zamanlar suyla toprakla sebze ve meyveyle haşır neşir olmanın saadeti devam ediyordu.

 Oysa kara toprak kendisine emanet edilen tohumu besleyip yetiştirmeye yine devam ediyor ama bunları ekip toplayacak insanlarımız köylerden çekildiler.

 Devletine bağlı, çile çekmeye alışık yüzde 75’i köylü olan bu kitleyi kendi kaderiyle baş başa bıraktık. Onları yerinde tutamadık. Çünkü şehirlerle köyler arasında gelişim yönünden uçurumlar oluştu. Tüketim alışkanlıkları ve ihtiyaçlar özellikle dağ köylerinin mahrumiyeti insanların geleceğe olan bakışını değiştirdi. Göçün önü alınamadı.

 Köylünün köyünde oturması için tarım gelirlerinin kendisini tatmin etmesi lazımdı. İşlenen tarım arazileri gittikçe azaldı. Ürettiğinden kazanamayan, emeğinin karşılığını alamayan çiftçimiz arazisini ekmekten vazgeçti.

 Kanunlarımıza göre uygulanması gereken tarımsal destek milli gelirimizin yüzde 1’i olması gerekirken binde 5-6’yı aşamadı. İthalata dayalı politikalar tarımı dışa bağımlı hale getirdi. Cumhuriyet tarihinde ilk kez kurbanlık hayvan ve saman ithali yapıldı.

 Çiftçimiz, köylümüz topraktan koparılarak madenlerde fabrikalarda çalışmak zorunda bırakıldı ve kentlere göç ettirildi. Bugün büyük şehirler köyden kopup gelen vasıfsız sınıfın kapıcılık, su satıcılığı, pizza dağıtıcılığı, otopark değnekçiliği, bar zabıtalığı gibi kayıt dışı çalışanlar toprağını bırakmak zorunda kalan köylülerimiz idi.

 “Tarımda dünyada kendi kendine yeten 7 ülkeden biriyiz.”Bu efsane tanımlamanın doğruluk payı vardı. Binlerce yıldır Anadolu topraklarında tarım ve hayvancılık insanımızın baş meşgalesiydi fakat uygulanan belirsiz tarımsal politikalar sonucu  kırsal nüfusun azalması, dışa bağımlı temel girdilerin artması, tohum ve hayvan ırkında dışa bağımlılık, su rezervlerinin azalması, toprakların kimyasal gübrelerle kirlenmesi, tarımsal alanların ve meraların yapılaşmaya açılması gibi olumsuz faktörler yüzünden bu tanımlamayı gerilerde bıraktık.

 Tarım ve hayvancılığın kriz haline dönüştüğü şu ortamda köylümüz yine de bulgurunu, tarhanasını, turşusunu, peynirini, ununu kısaca Anadolu’nun kıraç bağrında ürettiği nevalesini büyük şehirlerde yaşayan yakınlarına göndermeye devam ediyor. Anadolu’dan gelen otobüsler yolcudan daha çok koli, çuval ve bidon getiriyor gurbetteki yakınlarına.

 Köylerde onca mal mülk ortada kalmış durumda. Gençler gurbet ile nikâhlanmış gelmiyorlar. Köyde kalanlar bir ayağı çukurda yaşlı ihtiyarlar. Geçmişte kuş uçmaz, kervan geçmez dağ başlarında çalışan öğretmenlerimiz şimdi oralarda okutacak öğrenci bulamıyorlar. Köyde nüfus varken yol yoktu. Yol geldi nüfus kalmadı. Köyde öğrenci çoktu öğretmen azdı, öğretmen geldi öğrenciler büyük şehirlere gittiler.

 Şehirlere göçen nüfus nedeniyle Anadolu toprağı sürülmeden ekilmeden öylece boynu bükük bekliyor. İçinde nice sevdaların, hüznün, acının, saadetli anların yaşandığı eski köy evleri yıllarca bakımsız kaldıkları için kapısı açılmadan, merdivenlerine bir canlı ayağı değmeden bir gün beni özleyip gelen olur ümidiyle sabırla zamana direnmeye devam ediyorlar.

 Her ne kadar büyük şehrin stresinden bunalan, yaylasını, ovasını, şırıl şırıl akan sularını, yazıda yabanda hatıraları olanlar emekli olduktan sonra köylerine dönseler de çalışacak takati kendilerinde bulamadıkları için, bacası tütmeyen, ocağı yanmayan okulları kapalı, öğretmeni ve öğrencisi olmayan birkaç sahipsiz ihtiyarın akşam alacasında ufuklara bakarak oturduğu yerde eski güzellikleri hayal ettikleri köylerinde emekliliğin tadını çıkarmaya çalışıyorlar.

 Bizler düven sürmüş, harmanı görmüş bir nesiliz. Gönlümüzün bir köşesinde biraz saman, biraz ot, biraz gübre kokusu kalmış. Ahırımızdaki ineğin sesi kalmış.

 Üzgünüz. Dün tarım ürünlerinde kendi kendine yeten dünyanın 7 ülkesinden biriyken bugün dünyaya avuç açan tarım fukarası bir ülke haline geldik. Tarım politikamıza Atatürk’ün şu sözleri ışık tutmalıdır:

 “Milli ekonominin temeli tarımdır.” “Türkiye’nin gerçek sahibi ve efendisi, gerçek üretici olan köylüdür.” “Milletimiz çiftçidir. Milletin çiftçilikteki çalışma imkânlarını, asli ve iktisadi tedbirlerle en yüksek seviyeye çıkarmalıyız.” “Köylülerin gözleriyle görebilecekleri, çalışmaları için örnek tutacakları, verimli, modern uygulamalı tarım merkezleri kurmak gereklidir.” “Ben de çiftçi olduğumdan biliyorum makinesiz tarım olmaz.”

 Mustafa Kemal Atatürk ve silah arkadaşlarını hürmetle yad edelim. “Köylü milletin efendisi” demiştir. Bu sözü aynı zamanda bu milletin besleyicisi olduğu için söylemiştir. Evine ekmek götüren efendidir. Bu ülkeyi ancak tarımla ayağa kaldırabiliriz demişti Atatürk. Köy enstitüleri kurulmuş Hasanoğlan’da öğrenciler inek sağıyor, arı besliyor, marangozluk yapıyor sanat ve meslek öğreniyor. Üretimin ne kadar gerekli olduğu o zaman düşünülmüş keşke devam ettirebilseydik.

 Türk köylüsünün köyünü ve toprağını boşaltıp büyük şehirlerde toplaşmasının önüne geçilmelidir. Doğal ve organik tarıma biran önce geçilmelidir. Gübre, ilaç, tohum ve tarımsal alet edevat ve makinelerin tamamı yerli, milli üretimle sağlanmalı bu alanlarda bağımlılıktan kurtulmalıdır.

 Tarımın bitmesi demek kırsalın ve doğanın da yok olması demektir. 82 milyonu besleyen tarım ve gıda ihracatını gerçekleştiren çiftçilerimizi tarlada tutmalıyız. Bu ülkede tekrar kendi kendimizi doyuran bir ülkeyiz iddiasını sürdüreceksek sistemi aile çiftçiliğini destekleyecek koruyacak ve teşvik edecek tarzda düzenlemek gerekmektedir.

 Milli tarım siyasetimiz, hayvancılık, gıda, çevre, orman ve köylerimiz konusunda bir beka sorunu olduğunu görenlerdeniz…