Kişi milletini sevmekle küçümsenemez!

Bir yazın sever olarak hem edebi konulara hem de liseden sonra üniversite eğitimine başladığım günlerden bu günlere, iş hayatımda ömrümün büyük bir süresini kapsayan iktisat bilimine özel ilgi duydum; bu ilgim altmış yaşına merdiven dayadığım şu yıllarda dahi aralıksız, kesintisiz, mesafesiz devam ediyor. İktisat Bilimi yolculuğumda özellikle İktisat tarihi tarafıyla daha bir yakın oldum. Bu çok zor ve sorumluluk isteyen tarih bahsi, beni ilkokulda okuduğum Tarih veya Sosyal Bilgiler dersine, Rakım Çalapala imzalı ders kitabına ve o güzel senelere götürüyor; yeni bir kelimeyle yazacak olursam “ışınlıyor!” Yeni kelimeler dile girip yerleştikten sonra ister istemez mecburiyet halini alıyor ancak bazen duygularımı allak bullak da ediyor, karıştırıyor. Aslında iyi de oluyor. Yazarken lügat kullanmıyorum. Sebep oldu ki birkaç kişinin tavsiyesi üzerine, mutlaka bir lügat edinmem gerektiğine kanaat getirdim.

Edebiyat, tarih, sanat, iktisat tarihi ile beraber üç beş yaşında dedemin dizinin dibinde ilk okumaya ve bilmeye -bilgi alışkanlığı edinmeye başladığım ve lisede uzun süre eğitimini aldığım, sonraki yıllarda fırsat buldukça takip ettiğim, konferanslara koştuğum, bazı bilim insanlarının uzaktan yakından derslerine devam ettiğim dini konulara da -din felsefesi ve sosyolojisi babında bilakis aynı iştiyakla ilgi ve alaka duydum, duyuyorum. Yazılarımda yerel tarihi iktisat tarihine bağlı bir dal olarak ele alıyorum. Ünlü şanlı şöhretli muhterem müverrihleri okumak, onlarla düşünce ikliminde başbaşa kalmak, kıyı bucak gezinmek, muhabbet etmek bana kendim yazmış kadar keyif veriyor. Bu yaştan sonra meşakkatli zor dar tarih yollarında, ocak ateşinin külünde saklı kor kadar yakıcı sokaklarda koşmak, düşmek, karmaşık karanlık meçhul dehlizlerde kalmak, debelenmek, eşelenmek hiç işime gelmiyor. O alanlarda muhteşem zatlar var; müthiş eserlere imza atmışlar. Bana ihtiyaç bırakmamışlar…

Bu denli girizgâh yeterli sanıyorum. Bir girizgâh gerekiyordu zira ünlü bir Türkolog olan Jean -Paul Roux ile Türklerin Tarihi’ni konuşacağım. Daha doğrusu o konuşacak, o anlatacak; ben sadece onun sohbetine dahil olacağım ve dinleyeceğim.

Eseri oğluna ithaf ediyor:

“Türklerin Tarihi” adlı bu kitabımı 1984 yılında oğlum Alain’ın anısına ithaf etmiştim.”

Sonra da bu güzel eseri büyük Türk milletinin dostluklarını kendisinden esirgemeyen yaşayan yaşamayan fertlerine adıyor ki oğlunun da bunu anlayışla karşılayacağını umut ediyor.

“Ayrıca onun, bu kitabı, tüm hayatım boyunca dostluklarını benden esirgemeyen bugün hâlâ hayatta olan veya hayatını yitiren Türklere ithaf etmemi anlayışla karşılayacağına inanıyorum.”

Belki böylece, bir yabancının dilinden mecrada bilvesile yazdığım birkaç kısa yazı üzerine, şahsıma tevcih edilen fakat asla üzerinde durmadığım “ırkçı” olduğum kanaati ve tenkidine küçük bir açıklama getirmiş de olacağım.

İnsan ailesini köyünü mahallesini şehrini kabilesini milletini tarihini mazisini sevmekle, öncelemekle kınanamaz, damgalanamaz…

Bu nedenle bu büyük milletin bir ferdi olmakla ömrüm boyunca iftihar ettim edeceğim de yaşadıkça. Çünkü tarihinde bu milletin göçler vardır, savaşlar vardır, ölümler vardır, felaketler vardır, buhranlar vardır, fakr u zaruret vardır, isyanlar vardır fakat memlekete ihanet yoktur!

Yazar, Türkler hakkında genişçe bir mülahaza yapıyor ve Türklerin egemen oldukları toplumlarla karılıp katıldıklarını beyan ediyor. Ancak helbette hükümran bir millet olduklarından asla şüphe etmiyor, bunu inkar da etmiyor. Bu vesile ile rahmetle anıyorum; Teoman D. hoca da benzer bir söylemle Türk milleti hakkında televizyon programında hususi bir fikir öne sürmüştü. Fikirler ve ileri sürülen görüşler her zaman münakaşaya daha nazik bir ifadeyle münazaraya açıktır.

Roux konuşmasının başlarında mühim bir konuya vurgu yapıyor:

“Türklerle ilgili olarak kabul edilebilecek tek tanım dilbilimsel olandır. Türk, Türkçe konuşandır. Başka tanım son derece yetersiz kalır.”

Kitabın “Giriş” kısmında çok özel bir cümle ve takiben cümleler kurduğu görülüyor:

“Türklerin insanlık serüvenindeki rolü temel nitelikte olmuştur. Bu nedenle bu serüveni onlara büyük bir yer ayırmaksızın anlatmak hemen hemen imkansızdır. Osmanlı İmparatorluğu’nun özellikle 16. yüzyılda dünyanın en büyük gücü olduğu bilinir.

Buna karşılık, Türklerin göçebe kabilelerinin Mançurya’dan Macaristan’a tüm Avrasya bozkırlarını baştan başa sardığı… Ruslara boyun eğdirdikleri ve hakimiyetlerini Pekin’e, Delhi’ye, Kâbil’e, İsfahan’a, Bağdat’a, Kahire’ye, Şam’a, Konstantinopolis’e, Tunus’a, Cezayir’e kadar yaydıkları bilinmez.”

Özetlersem:

Türkler yaşam tecrübelerini ve kültürlerini, hayat öğelerini, şölenlerini, düğünlerini, bozkır sanatını Sibirya’dan Yenisey kıyılarına, Çin hudutlarına kadar yaymışlardır. Çin’de kurulmuş olan Vey Hanedanlığı bir Türk hanedanlığıdır. Kahire’deki Tolon Camii, Agra’daki eşsiz ve benzersiz Tac Mahal Türk kanı taşıyan hükümdarların eserleridir. Eski dünyada Türkler olmadan tarih yazılamaz…

Törenlere gelince:

Düğünlerde yemek verme adeti vardır; uzak diyarlardan konuklar, dostlar, üruğlar oymaklar “okuntu” gönderilerek düğüne derneğe şenliğe davet edilirler. Düğün yemekleri o gün ne ise bugün de yaklaşık odur. Yemek verme adetine doğduğum topraklarda “Ekmek” diyorlar. Bir cümle ile izah etmek icap etse şöyledir: “Allah izin ederse babamın sene-i devriyesinde “Ekmek” yapacağız ve Mevlüt okutacağız mahallemizde. Tanıdık tanımadık cümlesine açacağız kapımızı.”

Bütün şölenlerde adet olduğu üzere Tarhana çorbası Ayran çorbası Oğmaç çorbası Keşkek Tevek dolması Yuvarlama Kızartma Tiritli Kuşbaşı Kebap ve Yahni hazırlanır ve yer sofraları kurulur, yer sofraları yere serilen yaygılardır; sini ve tepsilerde yemekler misafirlere ikram edilir. Bozkır kültüründe yemek elle yenilir. Ocaklarda bakır kazanlarda -aşurmalarda tencerelerde pişirilir. Kıl çadırların kenarlarına mutlaka ocaklar kurulur. “Ocak ve bıcak” kelimeleri eskilerin dilinden düşmezdi. Bugün henüz köy evlerinde ocak, bacabaşı, terek ve bıcak yaşıyor; ömürlerinin son demlerinde olsalar da…

Cenaze törenleri de o günden bugüne fazla değişim göstermez. İnanışlara, yaşam şartlarına, kültürel farklılıklara, sosyal sınıflara ve siyasi örgütlenmelere rağmen bazı adetler bugün de tekrar ediliyor. Malumdur ki zaman çarkı harıl harıl işliyor ve her şeyi öğütüyor.

Bazı ortadan kalkmış adetler hariç tutulmak şartıyla; mesela “ölenin karısı onu ölen için muhafaza etmekle görevli olan kayınbiraderi veya üvey oğluyla evlendirilir.” İslam dinini kabul ettikten sonra Türkler, dinin vecibelerine ters ve aykırı bulunan adetlerini büyük ölçüde terk ettiler. Ölenin geride kalan erkek kardeşiyle evlenen kadınlar tanıdım, gördüm ancak üvey oğluyla evlenen kimseyi görmedim, duymadım.

Neden ise İslam dininin Türklere yeni ve bambaşka bir hayat sunmasıdır. Değişen ve gelişen kültürel yapı da bir yaklaşım olarak ele alınabilir…

Öldükten Kırk gün sonra ve senesi geldiğinde ölü için hemen hemen öldüğü günkü gibi törenler düzenlenir. Bugün de Yedisi Kırkı Elli ikisi ve Senesi gibi merasimler ve yemek dökme -verme adetleri aynen devam ediyor. Yazar ve başka kaynaklar bu adetleri Şamanizm ile bağlantılasalar da konunun efsaneye dayanmasını dikkate alarak bu mevzuya fazla dalmadan anıp geçmek daha yeğdir. Zira Şamanizm Türk boylarında Mavi gökyüzü ile beraber vazgeçilmezdir. Gök Tengri inancı bütün Türkçe konuşan milletlerin kabul görmüş inancıdır. Bağlantılar, iletişimler ve kültür alışverişleri son İki Bin senedir milletlerin birbirlerinden etkilenmesine sebep teşkil ediyor. Bunu kayda değer bulmamak mümkün değildir.

Şölenlerin özünde dualar, sunular, ikramlar ve kurbanlar birer saygı ölçüsü ve değeri olarak ortaya çıkıyor. “Göğün çökmemesi, yerin batmaması, sürülerin ve çocukların artmaya devam etmesi” niyazıyla bilindik adetler tekrarlanıyor. Adetlerin yeri ve zamanı geldiğinde yinelenmesi tekrar edilmesi öz kültürün ve törenin devamını sağlamakta önemli bir vasıtadır.

İfade edelim ki bugün hâlâ Hindistan’da yerel olarak kimi kabilelerde uygulanan ve yaşatılan -veya seyyahların ve yazarların hayallerinde dönüp dolaşan ölünün dirilince kendisine gerekecek eşyalarının mezarına -gömütüne konulması hadisesi Türklerde yaygındı; buna atı ve avradı da dahildi!

Son bir cümle olarak yazarın birkaç kere tekrar etmesinin bir nedeni olmalı diyerek okunup okunmayacağından emin olmadığım bu yazıyı sonlandırmak istiyorum.

“Üzüm asması Çin ülkesine, Ortadoğu’dan ve -Anadolu’dan Türkler tarafından götürülmüştür.”

Enver SEYHAN

27 Temmuz 2022