Bir şehrin tetkiki, bize bir milletin tarihini öğretir’ diyor Mehmet Kaplan. Şehrin dört bir yanına dağılmış hatırlanmayı bekleyen çeşme türbe mezar taşı medrese camii sadaka taşı imaret gibi abide yapılarda tarihimizi hatırlatıyor bize.

         Sinan Yılmaz’ın üç sene süren bir çalışma sonucu ortaya çıkardığı ‘Altın Şehir Üsküdar’ kitabı bizim de üniversite yıllarımızda dört arkadaş olarak İcadiye’de, Toptaşın’da ikamet ettiğimiz hayal beldesi Üsküdar’ı anlatıyor. 1106 sayfada anlatmış olduğu Üsküdar’ı bir köşe yazısına sığdırmak zor ama kitabın münderecatında ki kendimce beğendiğim güzellikleri siz okuyucularımla paylaşmak istiyorum.

         Mesela günümüzde polemik konusu yapılan vakıflar o yıllarda ‘Malın yahut mülkün şahıs elinden çıkarak Allah’a adanması ile ebedilik kazanması anlamına gelen vakıf, Osmanlı’da tahayyülü zor noktalara ulaşmıştır. Şefkat ve merhamet sözcüklerinin ete kemiğe bürünmüş hali olan vakıflar; öğrenciye mürekkep, genç kızlara çeyiz, öksüz bebeklere süt anne, zorda kalmış kadına sığınma evi yoksul mahkumlara harçlık, kanadı kırık kuşa şifa temin ederek yardım severliğin destanını yazmıştır.’ Şeklinde bir tarif bulmuş.’

         Kitapta tanıdık bir isim göze çarpıyor. 1931 yılında İstanbul’da Kaymakam iken biri imaret diğeri kervan saray gibi iki değerli eseri dinamitle ortadan kaldıran İzzettin Çağpar, sonra Taşova ilçe olduğunda bağlı olduğumuz Tokat’a Vali olan ve Taşova’nın önemli bir caddesine soyadı verilen vali. Bu satırları gazetemiz sahibi Ahmet Günaydınla paylaşırken Taşova’nın gelişmemesini onun bu olumsuz icraatına bağlayıp gülüşüyoruz.

         Yazarımız, talebe iken kütüphanesinde ders çalıştığımız Şemsi Paşa Camiini anlatmış Şemsi Paşa Camii Üsküdar’ın sembolü Evliya Çelebi’nin ‘Sahilde küçük bir camiidir. Ama o kadar şirin bina olunmuştur ki, geriden gören kasr-ı müzeyyen zanneder.’ İfadeleriyle iltifat ettiği sadrazam Şemsi Ahmet Paşa’nın yaptırdığı camii.

         Şemsi Paşa, devletin yönetici tabakasını rüşvete alıştırmış, doğruluğu net olmayan bu malumata bazılarının oldukça itibar ettiği bir gerçek. Zira camiinin, halk arasında belki de daha yaygın olarak kullanılan ‘Kuşkonmaz’ adının bu vesileyle ortaya çıktığı rivayet edilir. Yani kamu vicdanı ‘Rüşvet o kadar kötüdür ki, bu melanete bulaşan insanın yaptırdığı camiye, kuşlar bile konmaz, demektedir.

         Bizim talebelik yaptığımız 70 li yıllarda esnaf ve öğrenci lokantası olan şimdilerde adı Üsküdar’la birlikte anılan sadece Üsküdarlıların değil, Osmanlı mutfağına ilgi duyan herkesi tanıdığı İstanbul’daki özel mekanlardan biri olan Kanaat Lokantası…

         1972 yılında arkadaşlarla beraber önünde resim çektirdiğimiz bu lokantada az kuru az pilavın 2,5 tl olduğu o yıllarda ayda gönderilen 200 tl nin 50 lirasını ev kirası ödeyip geri kalanı ile az kuru az pilav sepetten bol ekmek yediğimiz cebimizin fakir gönlümüzün taşkın olduğu günler… Nefsimizin nimetler karşısında kendini dizginleyebilmesi anlamına gelen kanaat ismine yakışan niteliğindeki bu lokantanın eski halini özlemle ansak ta bugün Üsküdar denince ilk akla gelen mekanlardan biridir kanaat lokantası.

         Hukuk ve adaletten duyulan rahatsızlığın dile getirildiği günümüz Türkiye’sinde yazarımız eski İstanbul’da kadıların, lodosun hüküm sürdüğü günlerde ‘Lodos, muhakeme kabiliyetimizi bozar da adalete uymayan bir karar veririz’ endişesiyle herhangi bir karar vermekten kaçınıp kararı poyrazlı bir güne ertelemeleri adaletin vuku bulması hususunda gösterilen hassasiyetin en güzel misallerinden biridir’ cümleleriyle ve de şair Niyazi Yıldırım Gençosmanoğlu’nun; Ekmek su aş bulmak gecikebilir/Temele taş bulmak gecikebilir/Devlete baş bulmak gecikebilir/Adalet gecikmez tez verilmeli  Mısralarıyla adaletin önemine vurgu yapıyor

         Ve yazarımız sadaka taşlarını anlatıyor; ‘Sadaka taşları tarihimizin altın sayfalarına kayıt olmuş  zarafet abideleridir. Varlıklı insanlar tarafından kimselere sezdirmeden sadaka taşının içine para konur ihtiyaç sahibi de minnet altında kalmadan ihtiyacı kadar bu paradan alırdı.’ Yardımların poz verilerek sergilendiği günümüzde eski camilerimizin gölgesine sığınmış bu özel taşların anlattığı çok şey var. Bu taşların bulunduğu yerler sağ elin verdiğini sol ele bildirmeyen yüce ruhlu insanları rahmet ve minnetle anma yerleridir.

         Hayrın gizli yapılmasına ait bir örnek de Zimem defterleridir. Meçhul bir hayırsever veresiye alışveriş yapılan dükkana gelir borçlunun borçlarını kapatırdı. Borcu ödenen şahısla hayrı yapan birbirlerini bilmezlerdi.

         Sonra kahvelerin yazılı olduğu sayfaları okuyoruz. Günümüzde zamanın hoyratça tüketildiği yerler olarak değerlendirilen ve bu nedenle pek çok kimsenin sevimli bulmadığı kahvehanelerin bazıları bir dönemin İstanbul’unda, adeta aydınlanma mekanlarıymış. Özellikle Beyazıt ve çevresindeki ünlü kahvehaneler dönemin ünlü gazeteci, şair, yazar ve münevverlerinin uğrak yerleri olmuş , burada aşıkane ve sadıkane muhabbetler edilirmiş. Yusuf Ziya Ortaç Sultan Ahmet’teki müdavimi olduğu kahveler için şöyle demiş:

         ‘Hiçbir mektep, hiçbir kitap, hiçbir muallim bana kahvede öğrendiklerimi öğretmemiştir.’ Üsküdarlı yazar Burhan Felek de kahveleri şöyle özetlemiş ‘Eskiden her mahallede bir mahalle mektebi bir mahalle bakkalı ve bir mahalle kahvesi vardı. Bilhassa kahveler erkeklerin toplandığı aynı zamanda berberlik de eden kahvehane sahipleri, mahallenin itimadını kazanmış namuslu kimselerdi. Kahveler adeta sosyal bir kulüp vasfında bir yerdi. Kahveler fakir zengin, alim, cahil haddini bilmekle beraber, birbirleriyle münasebette bulunup bir çatı altında rahatça toplanabiliyorlardı.

         Ve yazarımız Karacaahmet mezarlığını ve orada yatan ünlüleri anlattıktan sonra mezarı açıklamış;’ Mezar, ziyaret kökünden türetilmiş bir kelime olup, bu manası, biz yaşayanlarca hiç unutulmamalıdır. Şair Talat’ın şu dizesi ziyaret konusunda bir uyarıdır:

         ‘Geçmişlerin eylemez isek ruhunu şad

         Etmez gelecekler de bizi elbet yad.’

         Göçüp gidenler, aranıp sorulmak isterler onları ziyaret ve dualarla anmak ihmal edilmemelidir.

         Arif Nihat Asya şu dizlerde insan oğlunun utancını dile getiriyor;

         ‘Kendilerini çar çabuk unutanların yerine

         Baktım: Ölüler Fatiha okuyor birbirlerine

         Yazarımız İstanbul’un her semtinde kıyı ve köşesinde tarihin izlerini bulduğumuz mazi hatırası çeşmelerin bugünkü halini ironi yaparak anlatmış;

         Sultan İkinci Mahmut zamanında yapılan Fıstıkağacı semtine yakın bir yerdeki ‘Kuru çeşme’ adıyla bilinen ve de yakın tarihlerde onarımdan geçen çeşmenin mermerleri üzerinde, günümüz alfabesiyle yazılmış üç kitabe(!) dikkat çekiyor. Bunlardan ilki, bir levha üzerindeki ‘Araba yıkamak yasaktır’ yazısı. İkinci yazı ise ‘Bu çeşmeye zarar veren Allah’ından bulsun’ şeklindedir. En alttaki son yazı ise ‘Kapattığına emin misin?’ şeklinde soru cümlesidir.

         Bu yazılar, medeniyet yolculuğuna başladığımız yer ile ulaştığımız zirveyi (!) göstermesi açısından ibretliktir. Adı kuru olan çeşmenin suyunun akması ve döküldüğü teknenin sağlam olması ise sevindiricidir. Çeşmeler günümüzde, genelde bir ilan panosu olarak kullanılmakta bu itibarla hak ettiği değeri görmemektedir.

         Üsküdar’ı anlatmaya, tanıtmaya çalışan yazarımız son faslının son mevzusuna hüzün yakışır diyerek hazin bir hikaye anlatmış;

         ‘Kandili’nin en güzel kızı olarak bilinen Belkıs, Arnavutköy kız kolejinde, Vahit Emin ise Kuleli Askeri Lisesinde öğrencidir. Bu iki genç birbirine sevdalıdır. Gel zaman git zaman Belkıs koleji bitirir. Vahit Emin’de Kuleli den mezun olur, harbiye ye geçer. Aralarındaki sevgi aşka dönüşür. Evlenmek isterler ve bu isteklerini ailelerine bildirirler. İki aile bu evliliğe şiddetle karşı çıkar. Perişan olan ve girdikleri çıkmaz sokaktan kurtulabilme ümidi kalmayan Belkıs ve Vahit Emin Boğaz’a bakan bir tepede hayata veda ederler Vahit Önce Belkıs’ı vurur. Göz yaşlarından yakası ıslanan kaputunu çıkarıp sevdiği kızın üzerine örtüp ardından kendi de canına kıyarak Belkıs’ın yanına düşer. İki taze hayat böylece sönmüş olur. Hayatta yan yana gelmelerine müsaade edilmeyen iki genç yan yana mezarlığın bu hüzünlü yamacına defnedilir.

         2 Temmuz 1931 tarihinden itibaren Belkıs ve Vahit’in Son nefesi verdikleri tepenin, Kandilli halkı için artık tek bir adı vardır: Sevda Tepesi.

         Bir zamanlar halkın istifade edebildiği, kır kahvesinde çay içebildiği ve bu acı hikayeyi hatırlayarak hüzünlendiği bu tepe, muhteşem bir manzaraya hakim konumuyla Boğaz’ın en güzel tepelerinden biridir.

         En güzel Türk Filmlerinden biri olan Hülya Koçyiğit ve Kartal Tibet’in oynadığı ‘Senede Bir Gün’ Filminde Kartal Tibet’in canlandırdığı karakterin adının Emin olması manalıdır. Senede bir gün Filminde buluşulan tepe işte burası yani Sevda Tepesidir.

         Tarihin sesini bize duyuran, beş asırlık bir mazinin güzelliklerini ‘Altın şehir Üsküdar’ kitabı ile bizlerle paylaşan Sinan Yılmaz’a binlerce teşekkürler.

         Değerli yazarımız bizi elli yıl geriye götürdü. Üniversite yıllarında ikamet ettiğimiz icadiye sırtlarından sevgili Haluk Çankaya abimizle kuzguncuk tepelerine yapmış olduğumuz bir yürüyüşte Hafız Burhan’ın ‘Kuş Sesleri Ovalara Yayılır’ şarkısını beraberce söyleyip Boğazın eşsiz güzelliğini seyretmiştik.

         Merhum Hakim Kemal Çankaya’nın oğlu Haluk Çankaya’yı 15 Ekim 2021 günü Koronadan yitirdik İcadiye’de, top taşında üniversiteli dört Amasyalı olarak ikamet ettiğimiz Üsküdar’da güzel anılarımız oldu. Haluk Çankaya bizlere hem ağabeylik hem de arkadaşlık etti maddi ve manevi desteğini gördük Mekanı Cennet Olsun Çankaya Ailesinin ve Sevenlerinin Başı Sağolsun…